İnşa ettiğimiz yapı ve mekânlarda zamanın ötesine geçme gibi bir kaygımız yok. Mekânın sosyolojisini yaparken geçmişle bağı olan kayıp hafizamızdan yoksun bir şekilde yapıyoruz. Mekânlar ve yapılar politik bir rantın aracı olmaktan öteye gidemiyor. Kutsal mekânlarımız bile sanki ibadethane gibi durmuyor artık. Ahmet Hamdi Tanpınar 'Cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı.' Maddeye ısrarla geçmesini istedikleri bir ruh ve imanları vardı.
Taş ellerinde canlanıyor ve bir ruh parçası kesiliyordu diyor. Şimdi betonun ruhsuzluğu her şeyimizi işgal etmişken, o iman ve ruha sahip kaç kişiyiz?
Oysa inşa ettiğimiz biz olmasak bile Neşet Ertaş'ın dediği gibi 'kalpten kalbe giden o görünmez yol' olmalıydı. Kul Himmet gibi 'seyyah olup âlemi gezmeliydik. Kâh göklere çıkıp âlemi seyredecek, kâh yere indiğimizde âlem bizi seyredecekti. Yaşarken, mücadele ederken, her şey bizi ruhsuz bir ceset haline getirmeye çalışırken biz 'sahipsiz bir mezar olmayacaktık.Gül veren elde kalan gül kokusu, işlediği taşa ruh veren bir keski olmalıydık. Kıblemiz hep hakikat ve yüzümüz her daim O'na dönük, eylediğimiz ve inşa ettiğimiz ibadet olmalıydı. Aklımızda irfan, kalbimizde hikmet, ruhumuzda marifet olsaydı biz o zaman mekâna ruh, zamansızlığa lisan olacaktık.