Bu altüst oluş, bu hercümerç içinde yürüyüş, Cumhuriyet Caddesi'nde Gülsüm'e rastlayana kadar sürdü,
ve Gülsüm'ü görünce derhal çaktırmadan kendimi gözden geçirdim, annemin özenle ütülediği mavi gömleğimi, geçen yıl dayımın hediye ettiği belli belirsiz bordo çizgileri olan lacivert kravatımı, eh işte biraz eski ama boyalı pabuçlarımı, hafif dizleri çıkmış pantolonumu, ceketimin sarı metal düğmelerini beğendim. Ama sanki yüzüme biraz gölge bulaşmıştı da Gülsüm gözleriyle onu sağa sola itiyormuş gibi bakrnıştı, eğri pala siyah kaşların altında pınar tazeliğindeki bakışında kendi gölgemi bir an ben de görür gibi oldum, ayak değiştirdim, adımlarına uyum sağlarken şen olmasına dikkat ettiğim bir sesle, temkinli bir günaydın dedim.
Gülsüm ise, duruma vakıfmış gibi, bir tanrı esirgesin sesi buldu, günaydınımı yanıtladı. Lisede o fene, ben edebiyata ayrılmıştık. Teneffüslerde ve böyle arada okula gelirken görüşüyorduk. Gülsüm'ü gördükçe büyüdüğümüzü, daha hızlı kirlendiğimizi kavrıyordum, ortaokulda, aynı sınıftayken, eline omuzuna dokunduğum, itiştiğimiz, arada saçını bile çektiğim delişmen kızdı. Durmadan, durmadan konuşurduk, iddialaşırdık. Şimdiki gibi temkinli günaydın ile buğulu karşılıktan sonra susarak yürümezdik. Masumiyetimiz hesapsızlık da demekti, ki elimizden alınıyordu, hissediyorduk.