Düşman mıyız neyiz? Öyle bakma şaşkın şaşkın sana diyorum evet hiç tanımadığım sana. Düşmanlık bürümüş bizi o kadar düşmanız ki hatta öyle nefret ediyoruz ki biz seninle ben ve o bir de şu işte birbirimizden, etmesek nefret neden bu kadar kötü oluruz ki birbirimize karşı. Karanlığa kör, kopan bir çığlığa sağır, haykırman gereken yerde dilsiz
Yürekler vardır, gam denizi derinlerinde
Mürekkep balıklarıdır ki,
Onlara sitem eriştiğinde,
Deniz içine ağlarlar...
Lacivert ve dilsiz.
-Hüsrev Hatemi
TARHUN
Bir tüccarın kızı olan Tarhun, ablalarına hiç benzemiyordu. Fereng,
Sultan, Mahsan, Begüm, Moluk ve Anka’nın, yani tüccarın öbür altı
kızının her birinin ayrı bir şımarıklığı, çeşit çeşit istekleri vardı.
Bazen, onların gürültülerini, oyunlarını duyan mahallenin erkek
çocukları sokağa fırlarlardı. Tüccarın kızlarının neşeli
Rüyalarını ah. hep dilsiz cellâtlar ikiye bölmüştü, nazlarını, mahmur uykularını. Kimi zaman kendisini kan ve ter içinde kâbuslarından atarken, kandilleri yakmak ya da söndürmek için orada bulunan Habeşî bir çocuğun kederli ve sevecen gözlerini fark ederdi. O gözlerde kan ve kine eğilmişi koruyan, gözeten bir bakış olurdu. O bakışı anlatacaktı hattata ve bana o bakışın bir eşini ver, diyecekti. Sonra kâbuslardan rüya iklimlerine dönüşen sanrılarını sıralayacaktı. Terkedilmiş bir hamamın gölgeli sularında yıkanan kumral ve uzun saçlı bir peri kızının güzelliğini, onu ilk kez gördüğü o gün, gözlerine bir türlü inanamamış olduğunu sadece uzaktan görebildiğini ama garip bir biçimde berrak kahkahalarını duyduğunu ve onun benzerine gerçek hayatta asla rastlamadığını. Ve gerçek hayatın içinden bir kadına o duygunun bir eşini asla duymadığını. Sonra yıldızlarına sıra gelecekti. Yıldızlarına, onların lacivert sema üzerinde doğudan batıya doğru baş döndürücü bir süratle akışlarını anlatmaya. Onların birbirine göre durumlarını, bunların kendisine neler söylediğini anlayabilmek için ne kadar çok çalıştığını hattata söyleyecekti. Sonra bir gün bu yıldızların kendisini, kaza ölümüne karşı dikkatli olması için nasıl uyardıklarını ve bunun üzerine yıldız bilgisinin yanı sıra bir de tıp ilmine merak sardığını.
Yaşadığımız topraklarda asırlardır bir meseleyi en kestirme yoldan anlatmak, bazen gülmek daha çok düşünmek ve öğrenmek istediğimizde kime başvururuz? Hiç kuşkusuz artık şöhreti ülke sınırlarını çoktan aşmış olan Nasreddin Hoca'ya! Nasreddin Hoca kimdir, ne zaman ve nerede yaşamıştır, bundan emin değiliz; lakin hâlâ yaşıyor gibi günümüzde
"Susmanın suça iştirak olduğunu bilecek kadar aklım başında" demişti İsmet Özel. Susmanın dilsiz şeytanlığı kadar doğruyu söyleme biçimlerinin de sinsiliği var. Görünürdeki dinamiklerle makul gözükmeyecek, söylemesi inandırıcılık açısından "riskli bir doğruyu mu yoksa dürüstlüğünüze herkesi ikna edecek zararsız ve "makul bir yalanı mı seçerdiniz? Yoksa konuya, ortama ve kişiye bağlı olarak durumu geçiştirir yahut susar mıydınız?
Dürüst olmak ve dürüst görünmek kaygısı ikileminde, içimizdeki sahiciliğin cesaretini ölçen bir soru bu. Bazen tüm işaretler bir şeyi gösteriyordur ama doğrusu o değildir ve doğruyu söylemenin inanılmamak gibi riski vardır. Çünkü bazen yalancı görünmekten öyle korkarız ki dürüstlüğü ve yaşamın içindeki sahiciliğe varmayı ıskalarız.
"Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, incinirsin" demişti Özdemir Asaf.
Yalan incitmiyor artık. Dünyanın en saçma, en aptal, en şahsiyetsiz yalanı da olsa. Çoğu insan ona fayda sağlayan yalanın en sessiz en sadık müşterisi oluyor. Ve o yalana yeni şık isimler icat ediyor. Dürüstlük, bir cesaret biçimi ve yalan bir korkaklık biçimi. Yalan söylemek, en az bir şeyden korkmak demektir. Ve dürüst davranmak; hiçbir şeyden korkmuyorum demektir. Hakikati örtecek kadar bir şeyden, birinden neden korkar ki insan?
Bunlarla beraber sahte, faydalıdır bazen. Bir şeyin sahtesini deneyimledikten sonra, sahicisini daha iyi tanır insan. Sahteyi tanıyalım, sahtenin bütün yüzlerini tanıyalım ki gerçeğin ve hakiki gündemin hakkını verelim.
Neden bilmem sürekli sahibi değişiyor bu balık lokantasının ve tadilat hiç bitmiyor. Önümüz boğaz, rengarenk konteynerleri sırtına yüklemiş yük gemileri geçiyor ağır ağır ve sürekli işleyen eski, mavi feribotlar. Pat patları bizi başka dünyalara götüren irili ufaklı balıkçı tekneleri geçiyor arada.
İlk bizim şair, Sahir getirmişti beni
ÇİLEM DİLBER’İN KUYRUKLU YALANI
Kuyruklu Yalan, Çilem Dilber’in ilk kitabı. Geçtiğimiz günlerde Notabene Yayınları etiketiyle okurlarına merhaba, dedi. Kitapta ana kahramanların hayata karşı durabilme mücadelesi, çoğu zaman gerçekliğin sınırları yok edilerek masalsı bir üslupla anlatılıyor. Öykülere atmosfer betimlemeleri, sesler, kokular dahil
Rüyalarını ah. hep dilsiz cellâtlar ikiye bölmüştü, nazlarını, mahmur uykularını. Kimi zaman kendisini kan ve ter içinde kâbuslarından atarken, kandilleri yakmak ya da söndürmek için orada bulunan Habeşî bir çocuğun kederli ve sevecen gözlerini fark ederdi. O gözlerde kan ve kine eğilmişi koruyan, gözeten bir bakış olurdu. O bakışı anlatacaktı hattata ve bana o bakışın bir eşini ver, diyecekti. Sonra kâbuslardan rüya iklimlerine dönüşen sanrılarını sıralayacaktı. Terkedilmiş bir hamamın gölgeli sularında yıkanan kumral ve uzun saçlı bir peri kızının güzelliğini, onu ilk kez gördüğü o gün, gözlerine bir türlü inanamamış olduğunu sadece uzaktan görebildiğini ama garip bir biçimde berrak kahkahalarını duyduğunu ve onun benzerine gerçek hayatta asla rastlamadığını. Ve gerçek hayatın içinden bir kadına o duygunun bir eşini asla duymadığını. Sonra yıldızlarına sıra gelecekti. Yıldızlarına, onların lacivert sema üzerinde doğudan batıya doğru baş döndürücü bir süratle akışlarını anlatmaya. Onların birbirine göre durumlarını, bunların kendisine neler söylediğini anlayabilmek için ne kadar çok çalıştığını hattata söyleyecekti. Sonra bir gün bu yıldızların kendisini, kaza ölümüne karşı dikkatli olması için nasıl uyardıklarını ve bunun üzerine yıldız bilgisinin yanı sıra bir de tıp ilmine merak sardığını.
Rüyalarını ah. hep dilsiz cellâtlar ikiye bölmüştü, nazlarını, mahmur uykularını. Kimi zaman kendisini kan ve ter içinde kâbuslarından atarken, kandilleri yakmak ya da söndürmek için orada bulunan Habeşî bir çocuğun kederli ve sevecen gözlerini fark ederdi. O gözlerde kan ve kine eğilmişi koruyan, gözeten bir bakış olurdu. O bakışı anlatacaktı hattata ve bana o bakışın bir eşini ver, diyecekti. Sonra kâbuslardan rüya iklimlerine dönüşen sanrılarını sıralayacaktı. Terkedilmiş bir hamamın gölgeli sularında yıkanan kumral ve uzun saçlı bir peri kızının güzelliğini, onu ilk kez gördüğü o gün, gözlerine bir türlü inanamamış olduğunu sadece uzaktan görebildiğini ama garip bir biçimde berrak kahkahalarını duyduğunu ve onun benzerine gerçek hayatta asla rastlamadığını. Ve gerçek hayatın içinden bir kadına o duygunun bir eşini asla duymadığını. Sonra yıldızlarına sıra gelecekti. Yıldızlarına, onların lacivert sema üzerinde doğudan batıya doğru baş döndürücü bir süratle akışlarını anlatmaya. Onların birbirine göre durumlarını, bunların kendisine neler söylediğini anlayabilmek için ne kadar çok çalıştığını hattata söyleyecekti. Sonra bir gün bu yıldızların kendisini, kaza ölümüne karşı dikkatli olması için nasıl uyardıklarını ve bunun üzerine yıldız bilgisinin yanı sıra bir de tıp ilmine merak sardığını.
Şehsuvar
Küçük İskender
I.
gece saçlarina kadar sokulur, güzelligine
atilan ilmiklere kadar ulaşir. Koltuk altina
kaç takim yildiz, burç saklar. Şehsuvar
sig sikintilar ardinda derin bir havuz..
dikdörtgen dudaklarda çok yuvarlak
sözcükler var! Herhangi birine selam versen
dagilmaya mecbur oluyor yüzün. Uzaklara
gidecegim ben diyor