Bir gün yine Danıştay’daki odamda bir öğle tatilinde heyetten çıkmış dinleniyordum, kapı vuruldu, buyurun dedim. İçeriye yaşlı bir zat girdi. “Efendim,” dedi. “Dün gece televizyonda sizi dinledim ve kırıldım, siz dediniz ki herkes isterse yardım edebilir, imkânlarını olabildiği kadar başkalarıyla paylaşabilir. Bu sözleri dinleyince fena hâlde öfkelendim, ben nasıl yardım edebilirim, Vehbi Koç değilim, Sakıp Sabancı değilim, olacak iş mi bu? Bir emekli memur kendi ailesini bile zor geçindirirken başkalarına nasıl yardımcı olabilir?” Adama baktım, “Lütfen benimle gelir misiniz?” dedim. O zamanlar Kızılay’daki Divan Pastanesinin karşısında bir simitçi duruyordu, oraya gittik. Simit tablasının iki yanında ufacık iki çocuk gözlerini açmış, sonsuz bir iştahla simitlere bakıyorlardı. Adama döndüm, bir simit parası istedim ve aldığım simidi iki çocuğa paylaştırdım. Çocuklar sevinçten çılgına dönmüşlerdi, hem yiyorlar hem de yerlerinde duramayıp zıplıyorlardı. Gözlerindeki umut ışığı görülmeye değerdi. Yan gözle adama baktım, o da heyecanlanmıştı. Gözlerinden yanaklarına doğru iki damla yaş sızıyordu. Bana döndü, “Efendim,” dedi. “Bana hayatımın en büyük dersini verdiniz, demek ki hayır yapmak için ille de Koç veya Sabancı olmaya gerek yokmuş.”