Bir Adamın çok altını gümüşü vardı. Ama yiyemez, harcamaya kıyamaz, kimselere de yedirmezdi.
Adam gece gündüz, altın gümüş biriktirmenin peşindeydi. Altın gümüş elinde esirdi.
Bu cimrinin bir oğlu vardı. Babasını gözetler, altınları nereye sakladığını öğrenmek isterdi. Günün birinde babasının altınlarını nereye gömdüğünü gördü. Hemen onları topraktan çıkardı ve boş yere savurup, olur olmaz yerlere harcamaya başladı. Paranın bulunduğu yere ise kocaman bir taş bıraktı.
Müsrif delikanlıya artık para dayanmıyordu. Elindeki altınlar eriyip gidiyor, bir elinden girip öbüründen çıkıyordu. Fakat onun bu hali yüzünden babası çılgına dönmüştü. O, çaresizliğinden, elini boğazına atıp kendini boğmaya çabalarken, oğlu eğlenceden eğlenceye koşuyordu.
Bir gece baba, ağlaya sızlaya bütün bir gece uyumadı. Sabahleyin oğlu, gülümseyerek ona şöyle dedi:
"Babacığım, para yemek içindir.
Sakladıktan sonra, yerinde ha altın durmuş, ha taş, ne fark eder? Altını kara taşın içinden dostlarla, sevgililerle yensin, diye çıkarırlar. O halde dünyaya tapanın elindeki altın, henüz taşın içinde duruyor, sayılır. Sen paranı harcamayıp, aileni sıkıntı içinde tutuyorsun. Bu yüzden senin ölümünü isterlerse üzülme, darılma."
* * *
Altını, gümüşü saklayan cimri, hazine üstünde duran yılan tılsımı gibidir. Başında böyle bir tılsım titrediği için, o para yıllarca yerinde kalır. Ama ansızın ecel taşı gelip tılsımı kıracak olursa, o zaman mirasçılar hazineyi kolayca pay ederler.
Karınca gibi çalışıp biriktirdiğin malı, mezar kurtları seni yemeden önce, kendin ye!