Bir roman düşünün ki hem döneminin toplumuna, ruhuna ışık tutsun hem de insan denen mahlukun ruh dehlizlerinde sizi gezdirsin. “İçimizdeki Şeytan” söyledikleri, düşündürdükleri ve ihsas ettirdikleriyle çok katmanlı bir roman. Hepimiz kötü müyüz? Değiliz, diyenler sadece uygun zaman ve zeminde sınanmamanın verdiği emniyet ve fütursuzlukla mı bu cevabı veriyorlar acaba?
Roman, başından sonuna kadar bir sıkışmışlığı, bunalmışlığı; bozulmayı ve kokuşmuşluğu anlatıyor. İçine doğduğumuz hayat denilen yeknesak iklimin insanda meydana getirdiği manasızlık ve anlam arayışı fakat bulamaması ya da bulduğu an aslında bulduğunun aradığı olmadığı hissini iliklerinizde hissediyorsunuz. Daha açılıştaki vapur sahnesiyle üstünüze yapışan bu his, şiddetini arttırıp tüm eser boyunca yoğunlaşarak ve ağırlaşarak size eşlik ediyor. Ömer bu dağdağa içinde Macide’ye sarılıyor âdeta. Macide kendi boşluğu içinde öyle hiç de eni konu düşünmeden kendini Ömer’e bırakıyor. Onlara karanlık, rutubetli, basık bir fon olarak İstanbul ve bir ev dekor oluşturuyor.
Tüm bunlardan sonra Sabahattin Ali’nin roman boyunca karakterlere söylettikleri ve yaptırdığı tercihler ile aslında iyiye ve iyiliğe dair pek de ümitvar olmadığını rahatlıkla söylemek mümkün. Hem küçük hem de büyük insanların; hem bireyin hem de toplumun değişik katmanları arasında okuyucuyu çıkardığı gezintide yoğun bir karamsarlık kendini her köşe başında hissettiriyor. Sanki Sezen Aksu’nun o meşhur şarkısının ruhunu duyuyoruz bu kasvetli eserde yıllar öncesinden: Masum değiliz, hiçbirimiz. Keyifli okumalar.