Pek çok parlak renk; pek çok belirgin ses, bazı insanlar, karikatürler, gülünçlü sahneler; birkaç sert varolma anı, içinden çık tıkları olayın bir halkasını hep içeriyorlar ve hepsinin çevresinde geniş bir alan - bu, çocukluğun kaba, görsel bir tanımı. Ben onu böyle biçimlendiriyorum; ve kendimi böyle görüyorum, çocukken, 1882'den 1895'e kadar süren o zaman diliminde dolaşırken. Büyük bir hole benzetebilirim onu; içeri tuhaf ışıklar sızdıran pencerelerle, mırıltıların ve derin sessizliklerin doldurduğu boşluklarla. O resmin içine bir biçimde hareket ve değişim duygusu da katılmalı. Hiçbir şey uzun süre sabit kalmadı. Her şeyin yaklaştığını ve sonra kaybolduğunu hissetmeliyiz, büyüdüğünü, küçüldüğünü, değişik hızlarla küçük yaratığın yanından geçtiğini; o küçük yaratığın ilerlemesini sağlayan duyguyu tatmalıyız, kolları ve bacakları uzadığı için ilerleyen küçük yaratığın, istese de duramadan, gidişini değiştiremeden ilerleyen, topraktan başını uzatan, sapı uzayana, yaprakları büyüyene, goncaları kabarana kadar uzayan bir bitkiye benzeyen. İşte tanımlanamayan şey bu, bütün imgeleri fazlasıyla durgunlaştıran bu, çünkü bunun böyle olduğunu söyler söylemez geçip gitmiş ve değiş miş oluyor. Hayatın gücü ne kadar muazzam olmalı ki, siyah zemin üzerindeki iri bir mavi ve mor lekeyi ancak ayırt edebilen bir bebeği on üç yıl sonra, annemin öldüğü 5 Mayıs 1895 günü -neredeyse günü gününe kırk dört yıl önce- hissettiğim her şeyi hissedebilecek bir çocuğa dönüştürüyor.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Ahh Tanrım! Onun ayağını, kolunu, omzunu sevmek; hücrenin taş zemininde geceler boyunca acıyla kıvranacak kadar onun mavi damarlarını, esmer tenini düşünmek, onun için hayali kurulan bütün okşayışların, sonunda işkenceye dönüştüğünü görmek! Onu ancak meşin döşeğe yatırabilmek! Ahh! Cehennem ateşinde kızdırılmış asıl kıskaçlar bunlardır işte! Ahh! İki tahta arasında biçilene, dört ata bağlanıp parçalara ayrılana ne mutlu! Sen uzun geceler boyunca fokurdayan damarlarının, yarılan yüreğinin, çatlayan başının, ellerini ısıran dişlerinin insana yaşattığı o işkencenin ne olduğunu bilir misin? İnsanı kızgın bir ızgara üzerindeymişçesine, bir aşk, kıskançlık veya umutsuzluk düşüncesinin üzerinde ha bire evirip çeviren acımasız işkencecilerdir bunlar. Merhamet et bana! Biraz ara ver! Bu kor yığınının üstüne biraz kül at! Sana yalvarıyorum, alnımdan boncuk boncuk dökülen şu teri sil!
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
Deniz öylesine mavi ki... İçine girip açıklara kadar yüzdükten sonra bağırıyorum kıyıya doğru "Ben mutluyum, ben çok mutluyum."
Sanki dünyanın içinden sıyrılıp çıkmışım gibi. Buradan seyrediyorum hayatı. Özgürlük bu.
Uyanış
Uyanırken, ışık ne kadar tatlı -ve bu mavi- "saf" sözcüğü dökülüyor dudaklarımdan.
Gün henüz doğmamış, düşünceler, bütün başlangıç halinde, engelsiz – sarı ışıklar içerisinde beliren ve henüz hiçbir şeyin bozamadığı Bütün.
Bütün, başlangıçtır. En üst evrensel makamda yeşermekte.
Her taraftan doğuyorum ben, kendimden uzakta, her ışık huzmesinde, şu kıyıda, şu kar tanesinde, şu ipin ipliği üstünde, şu berrak su kütlesinde.
Varolanın benzeriyim ben.
Ne büyük mutluluktur ki ateşin, ipeğin, tahtanın, buharın ve
eşzamanlı ham müziğin toplamına denk bir şeyim hâla - ışığın sonucuyum ben. Bütün görevlerim gözümün önünde.
Yeni günün tamamını dengeliyorum.
Gördüğüm şeyi başka görenler de vardı; oysa bu, insan gözleri için yaratılmış bir manzara değildi. Orada, sokağın ortasında -öğle vaktiydi, güneş pırıl pırıl parlıyordu– bir yaratık dans ediyordu. O kadar güzel bir yaratıktı ki, eğer Tanrı insan kılığına büründüğü zaman bu yaratık mevcut olsaydı, onu Meryem’e tercih eder, annesi olarak seçer ve ondan doğmak isterdi! Kömür gibi gözleri ışıklar saçıyor, siyah saçlarının arasında güneşin erişebildiği birkaç tel, altın teller gibi sarı sarı görünüyordu. Ayakları, hızla dönen bir tekerleğin parmakları gibi, hareketleri içinde görünmez oluyordu. Başının çevresinde, siyah saç örgülerinde, güneşte yanıp sönen ve alnında yıldızlardan bir taç oluşturan madenî parçacıklar vardı. Üstüne pullar serpiştirilmiş entarisi mavi parıltılar saçıyor, yıldızlı bir yaz gecesini andırıyordu. Esnek ve esmer kolları iki başörtüsü gibi beline bir sarılıp bir çözülüyordu. Vücut hatları şaşırtıcı derecede güzeldi. Ahh! Güneş ışığında bile ışıklı bir şey gibi öne çıkan o göz kamaştırıcı şekil!.. Heyhat, o sendin işte! Şaşırmış, esrimiş, büyülenmiştim, seni seyretmekten kendimi alamadım. Sana o kadar çok baktım ki, birdenbire korkuyla ürperdim, kötü kaderin beni avucuna almakta olduğunu hissettim.”
Bir gece habersiz bize gel Merdivenler gıcırdamasın, Öyle yorgunum ki hiç sorma Sen halimden anlarsın. Sabahlara kadar oturup konuşalım, Kimseler duymasın. Mavi bir gökyüzümüz olsun, kanatlarımız Dokunarak uçalım. İnsanlardan buz gibi soğudum, İşte yalnız sen varsın. Öyle halsizim ki hiç sorma Anlarsın.🤞
#Cahit Külebi
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
"Henüz yok ediciler konusunda safdilken evlenen bu kadınlar hayatlarına yıkım getiren birini seçerler. Bu kişiyi sevgiyle iyileştirmeye kararlıdırlar. Bir şekilde evcilik oynarlar. Vakitlerinin büyük kısmını, 'Sakalı aslında o kadar da mavi değil'diyerek geçirdikleri söylenebilir. "