Kemalizm ve Mustafa Kemal hiçbir zaman memlekette hakiki mânâda “ortak değer” olmadı. Tarihe ve siyasete tahakküm ederek bunlar birer ortak değer hâline getirilmek istendi evet ama, resmî tarih dışına sarkabilen her şahsiyet, akl-ı selim ile bunları ortak değer görmekten uzaklaştığı gibi, bunların değersiz taraflarını da hususen belirttiler.
Bu münekkit tavır sadece Müslümanlara has bir tepki zannedilmemeli. Liberaller, Komünistler, Ateistler, Hümanistler, Demokratlar, Sosyalistler, Kürtler de -eleştiri sebepleri farklı farklı olsa da- bunlara yönelik eleştiriler yayımladılar. Her cenahın kalburüstü addedilen temsilcilerinin 5816 gadrine uğraması tesadüf değil. Tabi Müslümanların Kemalizm tenkidi diğerlerinden daha geniş kitlere hâkim oldu. Fakat nihayetinde, bunların bırak ortak değer olmasını bilakis değersizlik örnekleri ile malul olduğunu ifade eden kim varsa 5816 kurbanı olurken, resmî söylem hız kesmeden yoluna devam etti.
Bugün de aynı korkak ve kompleksli tavır ne yazık ki tüm yolları resmî söyleme açarak devam ediyor. Cehaleti hakikate, resmî yalanları yalnız doğrulara tercih ederek Kemalizm ve Mustafa Kemal’i “ortak değer” kılma zorlamalarından medet umuluyor. Çünkü hiçbir iktidar topluma kimliğini hatırlatmıyor da onlara sunî bir kimlik dayatılmasına âlet oluyor. Üzerinden yüz yıl geçmiş köhne bir diktayı hâlâ canlı tutmak zûldür. Bırakın hakikat tebellür etsin, böylece hakiki ortak değerler de kendiliğinden “hakiki bir millet” inşa etsin.
Melikşah Sezen
Dönemin en seçkin ilim ve fikir adamlarının başında gelen Ahmet Cevdet Paşa'nın kızı Fatma Aliye hanım genelde "ilk kadın filozof" ya da "ilk kadın romancı" olarak anılıyor olsa da onun kelamî bir bilgi seviyesine sahip olduğu eserlerinden hemen anlaşılmaktadır.
İnsanlara duyulan ve bilginin eşlik etmediği her sevgi, sevgi öznesini hatalı bir istikamette idealleştirmeye sebep olur. Bu idealize ediş zamanla öyle bir hâl alır ki, daha sonra onu bilgiyle düzeltmeniz dahi pek meşakkatli olur.
İdealize edilen her şahsiyet şu veya bu oranda gerçek kişiliğinden koparılır. Gün geçtikçe de oran yükselir. O kimse artık bir mit, masal kahramanı, ütopik figür hâline getirilir. Fakat bu usûl ancak “sahte kahraman” üretmeye yarar.
Bir insanın hakiki mi yoksa sahte kahraman mı olduğunu ancak bilgi konusu hâline getirilip getirilemediğinden anlarız. Eğer insanlar bir kişi mevzubahis olduğunda tarihî hakikatlerden kaçıyor, halka açıklanması istenmeyen bir kısım hatıra ve icraatlarla karşılaşıyor, “halkından” bir kanun ile korunuyorsa, burada bilginin eşlik etmediği bir sevgi, o sevgi istikametinde bir kahramanlaştırma ve yine aynı cehalet nispetinde sahte kahramanlık var demektir.
İnsanları -artısıyla eksisiyle- olduğu gibi tanımadan, tanıdıktan sonra da sevgi ve nefret dairesinde hak ettiği yere koymadan gerçek kahramanları tespit edemez, modern hurafeler, ayinler, sirenler ve çelenkler içerisinde yaşar gideriz.
Melikşah Sezen
Evrim Teorisi noktasında okuduğum ilk kitap oldu. Kitap baştan sona bu konuya nasıl yaklaşılması gerektiği noktasında bize bir usül öğretiyor. Evrim ve İslam münasebetinde yapılan hatalı yorumları ve bakış açılarını belirtiyor.
Kitabın girişinde Evrim'in ne olup ne olmadığı noktasına değinen yazarımız, daha sonra bilim nedir, bakış açısı ve
Mâturidîliği 1000 yıldır algılandığı ve anlaşıldığı, Ehl-i Sünnet’in omurgası olan çizgisinden farklı bir takdimle sunmaya yeltenen son 100 yıllık zaman zarfında sarf-ı kalem eden zevatın bunu hangi gerekçelerle ve hâkikate ne derece uyumlu olarak sürdürdüğünü gözler önüne seren, çok sinsi bir projeyi açığa çıkaran çok çok önemli bir eser…
Bu zamana kadar bu konuyu işleyen bir kitaba rastlamamıştım. Şiddetle tavsiye ederim…
Bir toplumu neyin cahili yaparsanız, o toplumun söz konusu değeri üzerinde istediğiniz gibi tepinebilirsiniz. Mesela bir toplumu müntesibi oldukları dinin cahili kılarsanız, o toplumda dinin ve kültürün üzerinde istediğiniz operasyonu gerçekleştirebilirsiniz.
Melikşah Sezen
Şunu evvelce ve açıkça ortaya koymak gerekir ki peygamberler beşer olmaktan müstağni değillerdir fakat beşer içerisinde alelade mevkide de değillerdir. Onlar beşer üstü değil, beşerin üstünüdürler. 
Sarık, cübbe, şalvar gibi kisve-i İslâmî olarak nitelenen giysiler Türk'ün kendine özgü kıyafetler olmadığı ve aslında Arap giysisi olduğu için dışlanıyor fakat diğer taraftan batılı milletlerin kıyafetleri Türk insanına millî bir kıyafet olarak dayatılıyordu.