"BİLİMKURGU EDEBİYATTIR. İyi bilimkurgu iyi edebiyattır." Bu sözü hangi bilimkurgu yazarının söylediğini tam olarak hatırlayamıyorum; 1950'lerde, bilimkurgunun 13-18 yaş grubunun hafta sonu eğlencesi olmadığı bilinci bilimkurgu yazarlarının kafasında iyice yer etmeye başladığı sıralarda, bir bilimkurgu derlemesinin başında yer aldığını biliyorum yalnızca. "Bilimkurgu edebiyattır."
İstanbul ve Türkiye'ye bakışı öylesine
"içerden" ki Sidney Wade'in, adını vermeden, Brodsky'nin
İstanbul üzerine yazdığı o yıkıcı, yıpratıcı denemeye öfkeyle yaklaşıyor
ve şairin adını vermeden, hem eleştiriyor onu hem dalgasını
geçiyor:
"Bir edebiyat eleştirmeni uçtu
İstanbul'a, bir zaman önce, ardında
bazı edebi mülahazaların ki:
Konstantinen dürüstlüğü,
batı düşüncesinin zaferi.
İkiyüzlü herif hiç binmedi
Boğaz'ın sularında
mekik dokuyan vapurlara;
başı ağrıyordu, sanırım.
Bir karabasan görmüştü..............."
Tek bir adamın ve emsalsiz enerjisinin yıkılmış Osmanlı Imparatorluğu' ndan yeni Türkiye'yi ortaya çıkarması ve eserini kayde değer bir güce kavuşturması, 20 yıl sonra bakıldığında mucize gibi görünmektedir.
Tek bir adamın ve emsalsiz enerjisinin yıkılmış Osmanlı Imparatorluğu' ndan yeni Türkiye'yi ortaya çıkarması ve eserini kayde değer bir güce kavuşturması, 20 yıl sonra bakıldığında mucize gibi görünmektedir. Düşman dört bir yandan yurda girmişti. İsmini bile hak etmeyen bir barış antlaşması Türk Yurdu'nun kalbini, Anadolu'yu parça parça etmişti. İmparatorluğun başkenti İstanbul'da yayınlanan gazetelerden büyük çoğunluğu ümitsizce işgal kuvvetlerine sığınıyor ve haberlerinde "İşgal kuvvetleriyle beraber yurdumuz medeniyete kavuşacaktır" gibi cümlelere yer veriyor, Türkiye'nin aynı Mısır gibi İngiliz himayesi altında gelişen bir ülke olacağı fikrini savunuyorlardı. Ortalık işgalcilere rezilce ve gurursuzca boyun eğen kişilerle dolmuştu. Buna karşılık hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Türk Halkı'nın bu kötüye gidişini sona erdirecek hiçbir kuvvet yok gibiydi.
Bu zor günlerde sadece bir isim ortaya çıkacakt: Mustafa Kemal.
Türkiye'nin elde ettiği gelirleri İstanbul'daki yabancıların denetimine veren ve Türk kanunlarının yabancıları yargılamasını engelleyen "kapitülasyonlar" tamamen kaldırıldı. Bu değişimin arkasındaki güç, Çanakkale Boğazı'ndaki muharebeden sonra Mustafa Kemal Paşa adını alan adamdı.
İnsanlara güvenerek yola çıkmışlar ve insanlar onların güvenini sürdürecek hiçbir şey yapmamış. Ve o kadar naifler ki onlar, bu durumla mücadele etmeye bile çalışmamışlar. Kabullenip bu hâli; kendi kabuklarına çekilmek, kendilerinden eşya, zaman ve başka hiçbir şey haberdar olmadan bir köşede kayboluvermek olmuş yaşamdan beklentileri... İnsanlar buna izin vermemişler ve onlar buna bile karşı çıkamamışlar. Onlardan geriye kocaman hayal kırıklıkları kalmış o kadar...
Göz attığım metin de o sıradaki güncel sorunların açısından pek ilgimi çekmemişti. Sıkıntıyla gözlerimi öteki arkadaşlara çevirdim: İtalyan Profesör Umberto Eco, elindeki Latince metne dalmış gözüküyordu. Etrafında olup bitenlerin farkında bile değildi. Orhan Pamuk'a baktım: Hayret. O da, dünyayı unutmuş bir halde, adeta elindeki Osmanlıca metnin içine düşmüştü.(Her iki yazarın da ne büyük keşifler yaptığını, ben de bütün dünya ile birlikte, çok sonra, aradan yıllar geçtikten sonra, 1980'li yıllarda <<Gülün Adı>> ve <<Beyaz Kale>> yayımlanınca öğrenecektim.)
Çocukluğunu yarım yaşayanlar büyüdüklerinde, o hüznü de büyütürler beraberinde. Onlar bu yüzden her şeye üzülebilirler. Onları üzmek bu yüzden çok kolaydır. Bu yüzden gözlerinde akacak yer arayan yaşlarla dolaşır onlar. Onları kandırmak ve ağlatmak bu yüzden çocuk oyuncağıdır. Ve bu yüzden onlarla uğraşmak iki kere ayıptır. Onların çabucak kırılıverecek hayalleriyle oynamak iki kere günahtır. Eğer şefkat göstermeyecekseniz, uzak durun en azından. Bütün büyüyememişlerin yarım kalmışlığının hatırına en azından bunu yapın. Uzak durun!
İşte, Tomris Uyar'ın Yüzleşmeler kitabından Guy de Maupassant'ın 1876'da Catulle Mendes'e yazdığı mektuptan tam bana göre bir lokma: "Bencillik, kötülük, eklektisizm, ne denirse densin, herhangi bir siyasal partiye bağlanmayı reddederim; bir dine, bir mezhebe, bir akıma da. Özel bir öğretinin savunucusu bir topluluğa üye olmayı, herhangi bir dogma, bir yetke, bir ilke karşısında boyun eğmeyi asla istemem - yalnızca onları karalama hakkını elimde tutabilmek için. Bütün Tanrılara, bütün ordulara savaş açmakta sonuna kadar özgür olmak isterim, biri çıkıp bir zamanlar bir Tanrı'ya tapındığımı, bir başkasının cephesinde savaştığımı söylememeli. Ayrıca bu bana dostlarım adına savaşma hakkını da veriyor - dostlarım bayraklarını hangi dava uğruna açarlarsa açsınlar."
Yunan ordusu işgal alanını genişletirken, Ayvalık'a da asker çıkardı. Ali Bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919'da savaşa girişti. Bu tarihe kadar, Yunan birliklerine hiçbir yerde ateşle karşılık verilmemişti. Aksine, bazı şehir ve kasabalardaki halk korkutulmuş, İstanbul hükümetinin emirlerine uyarak, üst düzeydeki memurlar başta olmak üzere, Yunan birliklerini özel heyetlerle karşılanmışlardı. Ali Bey'in Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine, yavaş yavaş Soma'da, Akhisar'da, Salihli'de ulusal cepheler oluşmaya başlanmıştı.
Irkı sebebiyle kendisine aşağılayıcı laflar eden otobüs şoförünü dövdüğü için üzgün olduğunu söylemişti. "Gözetmeleme deliğimin açılmasını ben istemedim. Birgün kendiliğinden açılıverdi ve insanların söyle dediklerini duydum: 'Siyahmış ne yazık. Siyah doğduğu için çok şanssız.' Hastaneye kaldırılan o zavallı şoföre gelince, onu gözetleme deliği açıldığında o da insanların söyle dediklerini duydu: 'Beyazmış ne güzel. Beyaz doğduğu için çok şanslı.'"
Hey! Günde en az bir kere şeytana uyup günah işleyin, çünkü Uçan Spagetti canavarı intikam peşinde olan bir Tanrı değildir ve arada sırada eğlenmenizi ister.