Amcam da ben de Murad da kör değildik. Avrupa'yla aranın ne kadar açıldığını, adamların fersah fersah ileri gittiğini gözlerimizle gördük. Hem de yaşlı gözlerle gördük dersem mübalağa ettiğimi düşünmeyin. Hele Paris'teki Milletlerarası Sergi'ye gittiğimizde. Amcamı oraya götürmesi için 14.
Lui'nin paytonunu müzeden çıkarmışlardı. Bizi de altışar atın çektiği arabalar götürüyordu. Aman Allahım, nasıl bir sergiydi o, dille tarif etmek ne mümkün. Ne makineler icat etmişler, ne yenilikler yaratmışlardı! Gördüğümüz her şey bize inanılmaz geliyordu, aklımız bile ermiyordu. Amcam yirmi bin davetlinin bulunduğu akıl almaz büyüklükteki sergi alanında İmparator'la birlikte oturdu ve çeşitli kişilere ödüllerini verdi.
Bin kişilik mızıka korosu Osmanlı marşını çalıp söyleyince yüreğimiz kabardı. Bizi neredeyse tepelerinde gezdiriyorlardı ama içimizdeki hüznü anlamalarına imkan yoktu. Bizim bunlara yetişmemize imkan olmadığını, dünyanın ilim çağını kaçırdığımızı en acı şekilde görüyorduk. Osmanlı pavyonunda halılar, şamdanlar, ipekliler, çuhalar üstüne altın ya da gümüş işlemeli örtüler, armalı silahlar, seccadeler sergilenirken bir de milli kıyafetli Türk delikanlıların 'Buyurun bir kahve için,' diyerek gelip geçeni buyur ettiği bir Osmanlı kahvehanesi açılmıştı. Burada Türk kahvesi içilip çubuk tüttürülüyordu. Bizim makinemiz, icadımız, tekniğimiz yoktu ama Şark'a mahsus keyiflerimiz vardı. "