Dediği yere gidince gerçekten de şaşıp kaldık. Çünkü orda Güreniz sarnıcını bilen kimse olmadığı gibi, sarnıcın bulunması gereken yerde de alt katı lahmacun salonu, langırt salonu ve bir de gece kulübü olan sekiz katlı koca bir yapı kurulmuştu.
Neden kimi sözcükleri söylemek ayıp ya da bayağı sayılır da, o sözcüklerin yerine, aynı anlamı veren yabancı sözcükler kullanılıcınca ayıp sayılmaz? Bunu hiç düşündünüz mü? Örneğin, sidik yerine Arapça idrar denilir; ikisi de aynı şey değil mi? "Çay, çiş getirir." ya da " Çay çok işetir." denilmesi çok ayıp ama "Çay diüretiktir." dersek ayıp olmuyor. Dildeki bu ikiyüzlülük beni sinirlendiriyor. Üstelik bu dil ikiyüzlülüğümüz gittikçe yayılıyor, yani bir anlama gittikçe kibarlaşıyoruz. Çocukluğumda dona herkes don ve don demek ayıp sayılmazdı. Şimdilerde çok ayıp, Frenkçesi "Külot" dersek kibarlaşıyoruz. Don, kıçımızı kapadığı için mi ayıp sayılıyor? E peki, don kıçımızı ötüyor da külot neremizi örtüyor?
Hani hükümetimiz darda kalıp dünya cenneti Boğaziçi'nin en güzel tepelerini, korularını, yerlerini petrol zengini Araplara satıyordu ya... İşte o sıra bir Arap zengini çıktı ortaya, Şeyh mi, prens mi, yoksa hepsi birden mi, öyle bişey... Adı da Ebul-Fatık El-Mışkî. Boğaziçi’nin seyrine doyum olmaz tepelerinden birini satın almış. Oraya artık köşk mü, konak mı, saray mı, işte öyle bişey yaptıracak. Derken bu Ebul-Fatık, bir Türk kızıyla evlenme sevdasına düşmüş. Hangi Türk kızı olduğu belli değil, yeter ki Türk kızı olsun... Elbet Arap ölçülerinde güzel de olacak.