“Yaşadığımı Görüyor Musunuz?” “Ah o şiir. ‘Dünya kaçtı gözüme’ diyor Asaf ve ‘çıkamaz’ diye bitiriyor şiirini. ‘Yuvarlağın Köşeleri’nde okuyoruz cümle cümle, devrile devirle. Toparlansak ‘köşesi mi olur yuvarlağın’ diye soracağız belki ama önemli değil. Zaten ‘Kırılmadık Bir Şey Kalmadı’ bizim de ne aklımızda ne kalbimizde. Ne yazdığını biliyoruz da nasıl okuyacağımız bilmiyoruz bazen. Okuduktan sonra kendimizi ne yapacağız, belki de bunu bilmiyoruz.” Sibel Oral
Bir şey, bir cümle, bir kelime, bir harf söylemeli, ama ne?
Reklam
"Ne çayı içeceğiz?" diye sordum sırf muhabbet hoşuma gittiği için. "Dünyadaki bütün bitkilerin çayını içelim." Söylediği cümle gözlerimi ona çevirmeme sebep oldu. Beni izliyordu. Muhtemelen yüzüm kızarmıştı ama bunun için soğuğu bahane edebilirdim gayet. Burnumun sızladığını hissettim. Kalbim acımıştı o öyle söyleyince. "Çok uzun sürer ama," diye mırıldandım buruk bir sesle emin misin, der gibi. Dudaklarını ıslatıp dertli bir nefes aldı. "Dünyada çayı yapılan kaç bitki var bilmiyorum ama umarım gerçekten çoktur Lina."
Kendi sorumlu olduğu şeyden -iletişim eksikliği- dolayı karşısındakini suçlamakta manipülatörün eşi yoktur. Manipülatör kendini ortaya koymaz, ama muhatabını bunu yapmaya mecbur eder, bunun sonucu da partnerin otomatik olarak hatalı olmasıdır. Bu manevralardan sonra, manipülatör "duruşma bitti!" tutanağını imzalar, çıkan sonuç onu daha da avantajlı kılar, sonra da "Tamam, burada keselim, benim işim var" diye sıyırtarak geri çekilir. Cümle sonundaki bu tür imalar bir manipülasyonun tipik göstergeleridir; son bir tokat atma etkisi gösterir ve saldırıya uğrayan kişi ne tepki gösterecek zaman bulur ne de imkân. Karşısındaki çoktan çekip gitmiştir. Daha az "güçlü" partner işittiği hakaretlerle başbaşa kalır.
ÖZGÜRLÜK SONRASI
Özgürlüğe kavuştuktan birkaç gün sonra, bir gün, çiçekli çayırları geçip, kamp yakınlarındaki pazar kasabasına doğru kilometrelerce yürüdüm. Tarlakuşları gökyüzüne yükseliyordu, neşeli şarkılarını dinleyebiliyordum. Uzun süre kimseye rastlayamadım; geniş topraklardan, gökyüzünden, tarlakuşlarının verdiği şölenden ve mekân özgürlüğünden başka bir şey yoktu. Olduğum yerde durdum, çevreme, sonra gökyüzüne baktım ve diz çöktüm. O anda kendim ya da dünya hakkında hiçbir şey bilmiyordum, aklımda tekrarlayıp durduğum tek bir cümle vardı: “Daracık hücremden Tanrı’ya yakardım, o da bana özgürlükle yanıt verdi.” Orada diz çökmüş halde ne kadar kaldığımı ve bu cümleyi kaç kere tekrarladığımı artık anımsamıyorum. Ama biliyorum ki o gün, orada, o saatte yeni yaşamım başlamıştı. Ta ki yeniden insan olana kadar, adım adım ilerledim. {-Kitabı okurken askerlik dönemini tekrar yaşadım sanki, ölümün kara bulut gibi üstümüze çöktüğü zamanları anımsadım. Yaşadığımız zorlukların yanı sıra mayınlı dağlar da intikal ederken ölümü ensemde hissederdim, en kötüsü de nereden olacağı fikriydi, sağımdan gelen bir merminin kafamı dağıtması yada bir yamaçta gizlenmiş düşmanın silahından çıkan merminin özlem dolu kalbimi parçalaması veya sırlanmış mayınlardan birine basıp vücudumun paramparça olması mı sonumu getirecekti? Böylesi karamsar düşünceler içinde yavaş yavaş duygu körelmesi yaşıyordum her gün boyunca..-}
Sayfa 105Kitabı okudu
Zarftaki sözleri tekrarladım zihnimde. Ellerimin arasına bırakılan gizem, bu tabloya işaret ediyordu. Rembrandt'ın fırçasında hayat bulan Celile Denizi'nde Fırtına, zarfı bana bırakan yabancının ulaşmamı istediği sonuçtu. Detayları anlatmaya başlayan profesörün her cümlesini zihnime kazıdım. "Adamlardan beşi, teknenin yelkenine sadık kalırken diğerleri İsa'ya doğru koşuyor." Yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. "İnsanlar İsa'dan güç almak, onlara yardım edeceğini görmek isteseler de ellerine geçen tek şey kırık bir tebessüm oluyor." Profesör derin bir nefes aldı. "Bin altı yüz otuz üçten kalma eserin ıstırabı temsil ettiği söylenir ama bana kalırsa bu ıstırabın ta kendisidir çünkü tablo başlı başına çaresizliğin ne demek olduğunu gösterir." Dakikaların bana sunduğu bilgilerin altında eziliyor, düşünmekte zorlanıyordum. "Celile Denizi'nde Fırtına'yı özel kılan bir şey daha var." Saf bir hüzünle gözlerini öğrencilerinin üstünde dolaştıran adama bakmaya devam ettiğimde, kurduğu cümle beynimden vurulmuşa dönmeme neden oldu. "Dile dökerken bile canımı yakan bir gerçek ki bu güzelim şaheser, bin dokuz yüz doksan yılında Isabella Stewart Gardner Müzesi'nden çalındı."
Reklam
En çok duyduğum cümle diyebilirim:)
Bir de ne vakit görsem onu hep bir kitap okuyordu. Neden bu kadar kitap okuyordu ve ne işine yarıyordu anlayamıyordum.
Bir çiçeği koparmadan koklamayı bilmiyorsunuz bayım. Bir kadınla sevişmeden sevmeyi, Dövüşmeden barışmayı. Siz insan olmayı hiç denemediniz bayım. Ne güneşin küfür yemediği kaldı sizden ne yağmurun. Çamurun içinden çıktık diyorsunuz ya hani, Siz o çamuru bile kirlettiniz bayım. Yaşıyorsunuz ama yaşattığınız kaç umut kaldı elinizde? Dilinizde hep
Mâzinin İstanbul’u... İnsanlar bir eşkıyanın elinden illallah etmiş. Son çare, ârif bir zâta diyorlar ki; “Efendim bir de siz nasihat etseniz” O zât eşkıyanın kulağına bir cümle söylüyor, adam bir tesbih gibi yere yığılıp kalıyor. Aman efendim diyorlar, ne dediniz ki böyle oldu? Ârif mahcup: “Allah’tan kork!” dedim, hepsi bu. Allah’tan kork! Hepimizin bildiği, hepimizin kolaylıkla ifade edebileceği, çok basit, iki kelimeden oluşan bir cümle bu. Asıl olan dudaktan dökülen sözler olsaydı her birimiz bu cümleyi bir günahkâra söyler ve onu günahından vazgeçirebilirdik. Ama asıl olan söz değil sözün döküldüğü dudak, dahası o dudağın kendisine bir yol bularak kıpırdadığı kalp...
'Ger­çekte çekilen acılardan gurur duymak gerekir, her acı bize yük­sek bir aşamada bulunduğumuzu anımsatır.' Ne ilginç, değil mi! Nietzsche'den seksen yıl önce söylenmiş! Ama benim size göstereceğim cümle bu değil, bekleyin bir dakika - işte bul­dum. Okuyorum: 'İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğ­renmeden yüzmek istemez.' Ne anlamlı bir söz, değil mi? Yüz­mek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratıl­mışlar, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim dü­şünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bun­da ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş to­kuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur.
Reklam
Duygusu imbikten geçirilmiş bir kadın kalbinin; uğrunda ne kadar çok şey feda edilmiş ne kadar çok bedel ödenmiş bile olsa, aşkın safiyetinden, masumiyetinden bir kez şüphe duyulmaya başlanınca; yaşanabileceği akla bile getirilmeyenler yaşanıp da aşkın olmazlarına dair tahayyülün sınırları kırıldığında; her şeyi ama her şeyi, en fazla da kendisini feda edebileceğini bilmemektedir.
Sayfa 162 - Timaş YayınlarıKitabı okuyor
Ne cümle kurdun be charlie.
Ama onu suçlamıyorum,çünkü benim kim olduğumu anlama çabalarımın ve varlığımın tüm anlamının,sadece geçmişimle değil,geleceğimle ilgili olasılıkları ve sadece nereden geldiğimi değil,nereye gittiğimi de bilmekten geçtiğini bir türlü anlayamıyor.
Ne güzel bir cümle
Her dertli gibi günden değil, geceden, o sükunet ve canlıların hareketsiz zamanından hazzeder olmuşlardı. Kabir halkı gibi kim hastalansa , ölse memnuniyette, kim gezip eğlense, hele yeni doğsa, önlerinde ki zamana bakıp dertlenmekteydiler. Sabah daha tazeden doğan ama aslında bayat olduğunu bildikleri gün onlara aynı tat ve kokuda aynı soluyuşta geliyordu .
Sayfa 22
Bu gece ya ölecektim ya da öldürecektim. Katil değilsin sen, katil değilsin… Cebimdeki bıçağı daha sıkı kavradım. Cebimdeki kağıdı da daha sıkı kavradım. Birden, o melodinin sesini kesen çığlıkların sahibi öyle bir cümle kurdu ki, zaman durdu. “Paltonuzu portmantodan alırken, kalbinizi evde mi bıraktınız? Göğsünüzü boş mu unuttunuz? Ne olursunuz, yardım edin!” Bir şeyler daha söyledi ama hiçbir şey, bu söyledikleri kadar dikka­timi çekmedi. Omzumun üzerinden ona baktım. Anılarımın içindeki balerin işte tam da oradaydı, çocukluğumun sır­tına bıçak olup batmamış, kanımın rengine boyanmamış gibi tüm be­yazlığıyla orada, yaralı bir köpeğin önünde duruyordu. Bu, kurşun askerin, balerini gördüğü ilk andı.
Sayfa 10 - DokuzKitabı okuyor
Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az... Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi... Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir...
Sayfa 349Kitabı okudu
Resim