“Yani hepimiz “cephe” denilen kıyamet yakından tanıdık. Kan gövdeyi götürür mü? Gövdeyi değil kasabaları temelinden söküp sürükledi. Biz bakıp usanıncaya kadar kan, yara, kahramanlık, korkaklık gördük. Bunları o kadar kanıksadık ki bu dünyada imreneceğimiz pek az kahramanlık, ayıplayacağımız pek az tabansızlık kalmıştır. Yalnız bir nesil değil, bu memleketin üç nesli bir çeşit filozof oldu. Bunun karını da göreceğiz zararını da…”
Yakın tarihi okumak, işte bu yüzden önemli sanırım. Her ne kadar kurgu bir roman olsa da, çok az insanın bildiği, çok az insanın üzerine düşündüğü, bundan çok değil 100 sene kadar önce bitmeyen bir vatan kavgasının, her türden tarafıyla nasıl bir mücadele olduğu ve bugünden bakarak vatanseverlik duygusunun nasıl tanıdık ama tarafların nasıl aynı kaldığını anlayabiliriz.
Daha önce Sunay Akın’ın bir kitabında denk geldiğim Fenerbahçe burnundaki fenerde Hint askerlerinin kendi ölülerini yakmak suretiyle beyaz fenerin siyaha çevirmelerini çok ilginç bulmuştum. Aynı şekilde İstanbul’u evirip çevirip kendilerinin yapmaya çalışan tüm kültür ve güçler için, bir yandan kavgasını bir yandan çeşitliliğini sürdürdüğüne şahit olmak, bir esir şehrin hikayesini dinlemek ve dinlerken İstanbul’u deneyimlemek kesinlikle değişik bir farkındalık oldu. Kemal Tahir benim için geç bir keşif oldu.