Geleneğimizde, tarihimizde şirk gayet güzel açıklanmıştır ancak günumüzde bazı ilahıyat çevrelerinin ve akımların şirke karşı insanları bilinçlendırme gayretiyle abartılı noktalara çıkarabildiklerine sıkça şahit oluyoruz. Özellikle Necid çöllerinden çıkmış bazı akımların, yabancı devletlerin ve Lawrence'lerin desteğiyle şişirilen bazı dini anlayışların Hz. Peygamber'e ve onun manevi mirasçıları olan velilere tazım ve hürmeti dahi şirk olarak değerlendirebildiklerni görüyoruz. Tarih boyunca Peygamber Efendimize gelerek “Beni sen yarattın, beni sen rızıklandırdın.” dıyene ne Asr-ı Saadet'te ne de sonrasında rastlanmamıştır. Ancak günümüzde Peygamber Efendimizi övmek için yazılan methiyelere, naatlara, şiirlere dahi karşı çıkan ve hatta bunları şirk sayabilen bazı dar kafalı akımlar çıkmaktadır Hz Peygamber'e mevlit, mersiye ve naat yazanlar müşrik olarak yaftalamaya kalkanlar görülmektedir Ama Cadılar Bayramını kutlamakta veyahut Metalıca konserine katılmakta bir beis görmemektedirler.
Ya Nebi, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın, Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harim-i pakine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.
"Tahammül et!" dediler... Hangi bir zamana
kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var! Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak... Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Südân'ı, Üç ay "Tihâme!" deyip çiğnedim beyabanı. Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada; Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada,
"Tihâme (Arapça: تهامة), Arap Yarımadası'nın Kızıldeniz kıyılarını kapsayan bölgedir
beyaban:çöl
Akif'in Necid görevi sırasında yazdığı şiir "Çanakkale Destanı" değil, Medine'yi ikinci defa görmenin verdiği ilhamla kaleme aldığı "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiiridir.
Türk Edebiyatında, Akif kadar, hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş şair yoktur. Yalnız, bu hayat, merkez olarak alınmamış, o çağdaki Türkiye şartları içinde ve belli bir ışık altında müşahede edilmiştir. Yani hayat, kendi başına bir gerçek olarak alınıp metafizik kürenin dikenli noktalarına dokunmadan tut da, realitenin içindeki eriyişe kadar
Eşref’in anlattıkları içinde yer alan bir diğer kurmaca unsur, el-Muazzam'daki tren istasyonunda bulundukları sırada Enver Paşa'dan Çanakkale Zaferi'nin haberini aldığı ve bu haberi Mehmet Akif'e ilettiği şeklindeki bilgidir. Zira Çanakkale Zaferi bu tarihte kazanılmamıştır. Dolayısıyla Eşref’in aktardığı, Akif'in "Çanakkale Destanı"nı buradayken yazmaya başladığı bilgisi de doğru değildir. Akif'in Necid görevi sırasında yazdığı şiir “Çanakkale Destanı" değil, Medine'yi ikinci defa görmenin verdiği ilhamla kaleme aldığı “Necid Çöllerinden Medine'ye" şiiridir.
Süleyman Nazif, Necid çöllerinden Medine’ye başlıklı şiirini kastederek, “Bunu yazmak için yalnız Mehmed Akif kadar şair olmak yetmez, Mehmet Akif kadar dindar olmak lazımdır” der.
Falih Rıfkı Atay çözülmeye başlayan bir imparatorluğun kurtuluşu için sunulan reçeteleri, emir- komuta içinde hareket eden bir subay ve entelektüel kimliği ile incelemeye, irdelemeye çalışmıştır. Bu doğrultuda Falih Rıfkı tarafından yapılan ilk çalışma; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sahada izlediği sansasyonel teknikler, Türk Ocakları ile olan
Safahat’a panaromik bir bakış attığımızda, birincisinde, toplumun alelâde günlerini cepheleri, ikincisinde (Süleymaniye Kürsüsünde) cemiyette çarpışan ve er geç ona bir biçim verecek olan alternatif fikir ve görüşlerin tenkidi ve kurtuluş yolunun ifadesi, üçüncü Safahat’ta (Hakkın Sesleri) idealinin, İslâmın, Kur’an yolunun açıklanması yer alır. İslâm gerçek cephesiyle halka anlatılır. IV. Safahat’ta (Fatih Kürsüsünde) halkın ve aydınların genel bir incelenişini buluruz. V. Safahat (Hatıralar) gezi intihalarıdır. Bu kitapta yer alan Necid çöllerinden Medine’ye şiiri Akif’in en güçlü şiirlerinden biridir. Çölü bütün yakıcılığıyla şiirine sokmuş, ufak bir kaydırmayla tabiat serabını sosyal seraba ustaca çevirebilmiştir.
youtu.be/Gmb6SBv9wn4
Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.
“Tahammül et!" dediler... Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu
Yok mu, ey bağrı yanık çöl! Ebedî pâyânın?
Nerdedir vâhası, yâ Rab, bu serâbîstânın?
*
Ey bağrı yanık çöl, sınırın sonsuzluk mu senin?
Nerdedir vahası, ey Rab, bu seraplar ülkesinin?
Nâr-ı beyzâ mı nedir, öğle zamanında güneş?
Tepesinden döküyor beynine âfâkın ateş!
Yıldırım yağmuru şeklinde inen huzmesine,
Siper olmuş yanıyor çöldeki çıplak sîne.
San’atin sırrını ressâm-ı ezelden okuyan;
Rûh-i ma’sûmu bütün hilkati kendinde duyan;
Şimdi yerlerde şafak, şimdi bulutlarda bahar;
Şimdi tûfân-ı ziyâ, şimdi köpük, şimdi
Şerif Ali Haydar Paşa Hazretlerine
Nâr-ı beyzâ mı nedir, öğle zamanında güneş?
Tepesinden döküyor beynine âfâkın ateş!
Yıldırım yağmuru şeklinde inen huzmesine,
Siper olmuş yanıyor çöldeki çıplak sîne.
San’atin sırrını ressâm-ı ezelden okuyan;
Rûh-i ma’sûmu bütün hilkati kendinde duyan;
Şimdi yerlerde şafak, şimdi bulutlarda bahar;
Şimdi tûfân-ı ziyâ, şimdi köpük, şimdi buhar;
Şimdi, mahmûr-i tefekkür, uzanan enginler;
Şimdi yalçın kayalar, şimdi oyulmuş inler;
Şimdi dalgın dereler, şimdi zılâl ummânı;
Şimdi bir vâha çizen; şimdi bütün elvânı
Toplayıp mâvi elekten geçirirken, üryan
Kumların üstüne bin türlü bedâyi’ dokuyan
O güzel sîne, o çöl, şimdi ne korkunç oluyor:
Bir cehennem ki uzanmış, dili çıkmış, soluyor!
Ne zemîninde sezersin, ne fezâsında hayat;
Âh bir reng-i hayât olsa da görsem... Heyhat!
Benzi külden de uçuk... Nerde o masmâvi semâ?
...