Üstad Necip Fazıl, Sakarya Türküsü'nü kütüphanesi yağmalanan, lisanı tahrif edilen, dâvâsı "irtica"dan müebbed hükmü yiyen bir milletin ayağa kalkıp mukaddesatı adına gasp edilen her neyi varsa, topyekün hepsini, dâvâ etmesinin muhal görüldüğü bir zamanda(1949) yazdı. Trenle Ankara'dan İstanbul'a dönerken yol boyu, Anadolu'nun bağrından doğan, önüne çıkan dağları kıvrıla kıvrıla aşıp Karadeniz'e ulaşan Sakarya Nehri'ne bakar ve onun akışında, Anadolu Gençliği'nin mücâdelesini görür, özlemini çektiği, yetişmesi uğruna zindanlarda çürüyeceği muazzez neslin zuhurunu bütün berraklığıyla sanki Sakarya'da görür. Bu cihetle Sakarya, akışıyla, kıvrım kıvrım oluşuyla mukaddes yüke hamal Müslüman Gençliğin mücadelesinin suda tezahürüdür.
Sakarya Türküsü, kandillerine katran dökülen bir milletin yarınlarını kuracak dâvâ erlerini ve onların bütün bir insanlığı kurtaracak dâvâsını anlatır. Sakarya, öz ülkesine ruh, Âlem-i İslam'a umut veren, mücâdeleyi ferd planından Ümmet planına taşıyan kahramanların destanıdır. Müslümanların son karargâhının İstanbul/Anadolu olması cihetiyle bu destan, Anadolu'nun bağrından çıkan Sakarya çevresinde örgüleşir.
Sakarya, her ne kadar muşahhas planda Anadolu'ya aitmiş gibi görünse de, esasta Cebel-i Târık'tan Cava Adalarına kadar, topyekün Âlem-i İslâm'ın destanıdır.
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya...
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.