Antakya Cumhuriyet Meydanı’nda yaşlı bir amca oturuyor. Yüzünde hiçbir ifade yok, bacaklar zayıf, kollar zayıf, beyaz sakallı bir amca. Alnı kanamış bant yapıştırılmış. Pantolonu kir toz çamur içinde. Uzaktan bir baktım şöyle, babam canlandı gözümde. Sanki babam çaresiz şekilde oturuyordu orada. Yanına gittim selam verdim. “Ne bu halin amca?” dedim. Enkazdan çıkartılmış ekmek bulmaya gelmiş. “Asker çıkardı beni buraya getirdiler Habib-i Neccar’dan şimdi gitti askerler, kimden isteyeceğim ekmek, utanırım delikanlı” dedi. ‘Ne istersin’ diye sordum bir yerlerden çorba, pilav, kuru fasulye bulup geldim. ‘Evin ne durumda?’ dedim. ‘Benim ev iyi, oğlanın evi yıkıldı’ dedi. ‘Onlar iyi mi?’ dedim, cevap tıpkı yukarıdaki gibi duygusuzca ve kabullenilmiş bir tonlamayla ‘yok oğlan öldü’ oldu. ‘Ee yengem nerde?’ dedim. ‘Hanım da rahmetli oldu’ dedi. ‘Yok mu kimsen şimdi?’ dedim. ‘Oğlanla gelin vefat, hanım da gitti, Allah’tan başka kimsem kalmadı’ dedi. Hiç gözü yaşarmadan dudağı dahi titremeden dümdüz söyledi. Gözlerinin elası bile babama benziyordu. ‘Ne istiyorsun?’ dedim, bir askerime bir koli kuru bakliyat ve erzak yaptırdım. Evi sağlammış evine dönecekmiş, bir araçla evine bıraktırdım. Ama o son dediklerinden sonra bir duvar köşesine çöküp başımı ellerimin arasına alıp yine hüngür hüngür ağladım. Babamı gördüm gözlerimle de onu böyle çaresiz kabullenemedim.