“Bir delikanlıyla bir genç kız birbirlerine çılgıncasına âşık olmuşlardı. Ve nişanlanmaya karar verdiler. Nişanlılar her zaman birbirlerine armağan sunarlar. Ama delikanlı yoksuldu - sahip olduğu tek zenginlik, ona dedesinden kalan saatti. Sevgilisinin güzel saçlarını düşünerek, ona çok güzel bir gümüş tarak alabilmek için, dedesinden kalan saati satmaya karar verdi.
Genç kızın da sevdiği erkeğe nişanlılık armağanı alacak parası yoktu. O da, yaşadığı yerin en büyük tüccarına giderek saçlarını sattı. Eline geçen parayla da, sevdiği adamın saatine altın bir köstek satın aldı.
Ve nişanlanacakları gün yeniden buluştuklarında, genç kız ona, sattığı saat için bir köstek armağan etti; delikanlıysa genç kıza, kestirdiği saçlarını taraması için gümüş bir tarak.”
“Aşktan daha derin hiçbir şey yoktur. Çocuk masallarında, prensesler kurbağalara öpücük verir ve kurbağalar sevimli prenslere dönüşür. Gerçek yaşamdaysa, prensesler prensleri öper ve prensler kurbağaya dönüşür.”
“... “Evdeki pazar, çarşıya uymaz!” Yalnız ahmaklar plân yaparlar. Şöförlerin umumî kaideler haricinde bir plânları olsaydı yüz metre ileri gidemezlerdi: yolun hangi köşesinden, ne zaman, ne şekilde, hangi araba, insan ve hayvan çıkacağını ve ne tarafa gideceğini aslâ bilmeyiz. Bütün hayat böyledir. Tarihteki büyük vakaların hangisi evvelce tahmin edilmiştir? Mademki hiçbir ânın ötekine benzemediğini ve tarihin tekerrür etmediğini öğrendik, yarını tahmin etmeğe niçin cüret ediyoruz ve ilimle fal kitabı arasındaki büyük farkı niçin anlamıyoruz? Kararsız, (instable) bir dünyada olduğumuzu bilelim ve statik fikirlerimizle hayatı kalıplamak gibi sonu gelmeyen maceralardan vazgeçelim.”