Bazı kitaplar vardır, kapağını kapattığında içinden bir devrin geçtiğini hissedersin. Semerkand onlardan biri…
Sayfaları çevirdikçe, sadece bir şehri, bir dönemi değil; kaybolmuş hayalleri, yarım kalmış dostlukları, içe işleyen bir yalnızlığı okur gibi oluyorsun. Ömer Hayyam’ın dünyaya bakışı, öyle tanıdık, öyle kırılgan ki… Sanki onun dörtlükleriyle kendi içindeki boşluklara ayna tutuyorsun.
Hayyam bu kitapta bir şair değil sadece. O, bir umut kırığı, bir âşık, bir sorgulayıcı… Ve onun Rubaileri, bir insanın kalbine en sade ama en derin şekilde dokunabileceğinin kanıtı.
Kitabı okurken, bazen bir mısrada durup gözlerini kapatmak istiyorsun. Çünkü o kadar çok şey anlatıyor ki bir satırda; bir ömrün yorgunluğu, bir dostluğun hüsranı, bir sevdanın imkânsızlığı…
Ve Hasan Sabbah, Nizamülmülk, Cihan gibi karakterlerle tanıştıkça aslında tarihin değil, kalbin içinde bir yolculuğa çıktığını anlıyorsun. Çünkü bu roman, geçmişte geçse de çok bugünkü bir şey anlatıyor:
İnançla şüphe arasındaki salıncakta, insanın kendini arayışı…
En çok da şunu düşündürüyor:
Bazı kitaplar bilgi vermez, seni seninle tanıştırır.
Semerkand tam da bunu yapıyor.