Ötede kalıpsız bir gülüş gördü. Gülüşü aldı. Kitap okuyan bir kadın gördü. Kadını aldı. Akşam rüzgârını, sarımsaklı ekmek kokusunu, uzun zamandır ilk kez görüşen arkadaşların sırt patpatlamasını aldı. Aldı da aldı. Sokağı bakmakla, duymakla, duyumsamakla bitiremedi.
Bir öykünün giriş cümlesi olabilmeyi istedi. Öykü bittiğinde okuyucunun dönüp tekrar okuduğu, belki çantasından çıkardığı defterine not ettiği o cümle...
Bir öykünün giriş cümlesi olabilmeyi istedi. Öykü bittiğinde okuyucunun dönüp tekrar okuduğu, belki çantasından çıkardığı deftere not ettiği o cümle...
Herkes fıtık olmuş bu şehirde. Otobüslerin bile kamburu var. Asfalt hepimizden bıkmış. Yorgunlar, yokuşlardan çıkarken iyice dertop oluyor. Renkler sulanmış. Su karışmayan tek şey kan son günlerde.
Yazdığımız her sözcükle başkasının malı haline gelen ruhumuzu ayakta tutabilmek için nasıl çabaladık bunca yıl, şaşıyorum. Çok açken ve biri bakarken yemek ne kadar sıkıntılıysa, yazmak, üretmek de öyleydi.
Hayatın akışını en çok, kalpsiz zaman kesitlerinin vuruşları değiştiriyor. Bu yüzden boşluğun sesini dinlemek, insana vuruşlardan saklanmanın çaresiymiş gibi geliyor.
" Herkes fıtık olmuş bu şehirde. Otobüslerin bile kamburu var. Asfalt hepimizden bıkmış. Yorgunlar yokuşlardan çıkarken iyice dertop oluyor. Renkler sulanmış. Su karışmayan tek şey kan son günlerde. "
Aynı şehrin içinde göç edip geniş bir pencere bulmak, öylece pencerenin önüne oturmak, şehre sadece bakmak istemiştim. Çocuk oyunlarını sırtıma vurmuş, kesişen caddelerin sesini kısmıştım. Bu geniş camın önünde durup şehirle konuşacaktım.