Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk adlı romanı, hem bireysel bir aşk hikâyesi hem de Ortadoğu coğrafyasının suskun acılarına tutulmuş bir aynadır. Görünürde sade bir anlatım vardır ama her satırın
Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi yalnızca Fransız Devrimi’nin çalkantılarını anlatan bir roman değil insan ruhunun derinliklerine inen, fedakarlık ve umudu en çarpıcı şekilde işleyen bir başyapıt. Toplumsal adaletsizlik ve bireysel mücadelelerin iç içe geçtiği bu eser, okuyucusunu tarihsel bir yolculuğa çıkarırken insan doğasının karmaşıklığını da sorgulatıyor.
Dr. Manette’in 18 yıl süren hapis hayatı, özgürlüğe kavuşma çabaları ve Lucie’nin sevgi dolu varlığı, okuru adalet ve umut üzerine derin düşüncelere sürüklüyor. Bu dramatik dönüşümler, hayatın ne kadar kırılgan olduğunu ama aynı zamanda içinde barındırdığı güçle her türlü zorluğun üstesinden gelebileceğimizi hatırlatıyor.
Roman boyunca, Dickens’ın ustaca kurguladığı karakterler ve detaylı betimlemeler, ışık ile karanlık, yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgiyi vurguluyor. İki Şehrin Hikayesi devrimin getirdiği kaosun içinde bile umut ışığının var olabileceğini, her felaketin ardından yeniden doğuşun mümkün olduğunu anlatan, düşündürücü ve etkileyici bir roman.
Shantaram
Hayattaki her şeyden bahseden bir kitap gerçek olabilir mi? Cevabımız: Evet! Shantaram gerçekten de her şeyi içeriyor. Aşk, savaş, mafya, kaçış, salgın hastalık, dostluk…
~
Tess Gerritsen’in Buz Gibi Soğuk romanı, ölümle iç içe yaşayan bir kadının bir anda hayatta kalmak için verdiği savaşla yüzleştiği bir hikâye. Adli tıp uzmanı Maura Isles, ölü bedenleri çözmekte usta; ama terk edilmiş bir köyde, kar fırtınası altında yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide kalınca, bildiği her şey anlamsızlaşıyor.
Issız köydeki soğuk, sadece doğanın değil; insanların birbirine bıraktığı karanlık izlerin soğuğu. Adli tıbbın çözebildiği cesetler bile bazen bu tür bir yok oluşun anlamını veremiyor. Maura’nın karlar altındaki yalnızlığı ve Jane Rizzoli’nin onu bulmak için verdiği mücadele, hikâyeye bir umut kırıntısı serpiyor. Çünkü Gerritsen’in en güzel yaptığı şeylerden biri, gerilimin ortasında bile dostluk ve insanlık duygusunu unutturmamak.
Bir adli tıpçı olarak Maura’nın gözlerinden ölüm farklı bir anlam kazanıyor. Çünkü en çok bildiği şeyi –ölümü– bu kez kendi üzerinde hissettiği için, mesleğinin bile sınırlarını görüyor.
Kitap bittiğinde, aklımda en çok şu satır kaldı:
“Bazen hayatta kalmak için, önce hayattan vazgeçmeyi öğrenmek gerekir.”
Gerritsen’in kalemiyle buz gibi bir karanlığın içinden geçip, insanlığın sıcak yüzüne dokunmak istiyorsanız, bu romanı mutlaka okuyun.