Budala; sara hastası olan, saflığı ve masumiyeti temsil eden Prens Mışkin etrafında dönen olayları konu edinen ve kitapta yok yok dedirten bir Dostoyevski klasiğidir. Kitaba derinlemesine baktığımızda Dostoyevski'nin; hastalık psikolojisinden, ölüm korkusuna, yaşama tutkusundan, din-Tanrı-ahlak sorgulamasına, saf iyilikten, aşka, gururdan,
Yaşayacağı yer burasıydı. Kuşkusuz bu yerlerin güzelliği yüreğini etkiliyordu. Zaten bu çevre için satın almıştı evi. Ama burada bulacağını umduğu dinginlik ürkütüyordu onu şimdi. Ve onca bilinçle ardından koştuğu bu yalnızlık, çevresinde oluşunca, kaygı verici geliyordu şimdi ona.
Bu durumların hepsinde, insanın aklına şu soru geliyor: Bu zehirlenme halkalarını; durgun bir havuza çakıltaşı atıldığında yayılan halkalar gibi, giderek genişleyen bu ölüm dalgalarını kim harekete geçiriyor? Terazinin bir kefesine böcekler tarafından yenilebilecek yaprakları ve diğer kefesine ise zavallı rengarenk tüy yığınlarını; böcek öldürücü kimyasal zehirlerin kurunun yanında yaşı da yakan sopası önünde yere düşen cansız kuş kalıntılarını kim koydu? Uçan kuşların kanat çırpışlarından yoksun canlısız bir dünya olacak olsa bile, en üstün değerin böceksiz bir dünya olduğuna kendilerine hiç danışılmayan sayısız insan grupları adına kim karar verdi kim bu kararı verebilme hakkına sahip? Bu karar geçici olarak güç emanet edilmiş olan otoritenin kararıdır; o bu kararı doğanın güzelliği ve düzenli dünyası kendileri için hala derin ve etkileyici bir anlam taşıyan milyonlarca kişinin dikkatinin dağıldığı bir anda verdi.
Büyük konuşanlar
Alınlarında eğri olmayanlar
Yalnız yükseği görenler
Herkesin ortasında yürüyenler
Bütün ışıkları yananlar
Sesi menevişsizler
Güzü küçümseyenler
Gözyaşına arkasını dönenler
"Bir insanı sırf güzelliği için sevmek mümkün mü? Bu bir heykeli sevmek gibi bir şey olmaz mı?" diye sorar Tolstoy.
Victor Hugo da onu şöyle destekler: "sadece bedenleri, şekilleri, görüntüleri sevenlere ne yazık. Ölüm her şeyi yok edecek; ruhları sevmeyi deneyin."
Kitabın adı yani Müşahedat, ‘gözlem’ demekmiş. Romanımızın başkahramanı da, mesleği gereği iyi bir gözlemci ve kitabımızın yazarı olan Ahmet Mithat Efendi. Romana gerçek hayattaki halini dahil etmiş yazarımız. Ahmet Mithat Efendi, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin kurucusu ve yazarı aynı zamanda.
Kahramanımızın mesleği olan gazetecilik, mesai
SUR KENTİ HİKAYELERİ
"Benim niyetim, Sur kentinde yaşanmış birbirinden bağımsız hikayeler yazmaktı.. Yazmaya başladım da. Ancak sıra Hikayeci Tahir'in hikasine geldiğimde iki kahraman çıkageldi. Tancalı Seyyah ve Dilber Makbule" diyerek anlatmaya başlıyor yazar...
Bu iki kahraman belli şartlar ileri sürerek yazarın hikayelerde
girgin, konuşkan bir adamınkine oranla içine kapanık, suskun birinin gözlem ve izlenimleri daha bulanık olmakla beraber daha derinlere işler; onun düşünceleri daha ağır, daha gariptir ve daima hüznün gölgesini taşır. bir bakış, bir gülüş, bir fikir değiş-tokuşuyla kolayca geçiştirilecek imgeler, algılar onu aşırı derecede meşgul eder, suskunluğunda derinleşir, önem kazanır; bir olay, bir serüven, bir heyecan olurlar. yalnızlık özgünlüğü, o cesurca ve yadırgatıcı güzelliği, şiiri yaratır. yalnızlık aynı zamanda ters, orantısız ve saçma olanı, izin verilmeyeni de yaratır.
Hastalarından ve bir takım problemlerinden uzaklaşmak için Viyana' ya eşiyle birlikte tatile giden Dr. Breuer'e bir gün aniden imzasız ve son derece küstahça yazılmış bir not gelir. Merakına yenik düşen ve daha sonra notun sahibi olan son derece genç ve güzel Rus asıllı Salome'yle buluşan doktorumuz Salome'nin Prof. Nietzche
Aynı eşyalar kullanıldığı, aynı işler yapıldığı halde bir nakkaşhane ile bir zindan arasında ne büyük fark vardı. Birinde insan yaratılışının en estetik boyutta güzellik anlayışına kapı aralanıyor, diğerinde insan ruhunu en ziyade kıskaca alan insanlık dışı tavırlar sergileniyordu. Bir falçata yahut bir iğne, burada güzellikler yaratırken, orada acı veriyordu. Burada bıçaklar güzelliği tıraş ediyor, orada güzel boyunlardan kan akıtıyordu. Orada aynı çengelleri kullananlara cellat, burada sanatçı deniyordu. İnsanın bir niyet ve düşünce ile anlam kazandığını düşündüm. Demek ki insanlar niyetlerine göre iyi veya kötü, güzel veya çirkin olabiliyorlar, eşyaya bakış açıları da buna göre oluşuyordu. Ruhlarını şeytana satanlar ile Rahmân'a adayanlar da işte bu ince çizgi ile birbirinden ayrılıyordu. Birileri zamanı çoğaltıyor, diğerleri harcayıp tüketiyordu çünkü. Birileri iyi şeylerle hayata anlam katarken, diğerleri hayatın kötülüklerine tapıyordu.