"Ağustosböceği yaza doğru yumurtadan bir kurt olarak çıkar, sonra kanatlı bir böcek olur. Gebe kalan dişi böcek, tohumla dolu yumurtalıklarını ısıtmak zorundadır. Güneşli bir dala kancalı ayaklarını takarak sımsıkı yapışır. Ağustosböceği kuş gibi ötmez. Sırtında bir sürü halkalar vardır; onları -akıldan öte bir zevk ve vahşi bir inatla- sürter durur. Vırık vırık edişi, hayatın nabız atışıdır. Bu sürtüş neticesinde olağanüstü bir sıcaklık olur; ve annenin hemen hemen yanması pahasına yumurtalıktaki tohumlar olgunlaşır. Derken günler kısalır, havalar soğur, işte o zaman karnı çatlamış, ipince zar kabuğu halinde kalmış bir böcek kabuğu görürsünüz; ağaca takılakalmıştır. Kış rüzgârları, o ince kabuğu, yüreklerin acıyla cızz etmesi gibi, yoksul ve acıklı öttürür. Kış gelince, güneşli dünyadan göçüp gitmiş olan ağustosböceği ortada yoktur ki nâmerde muhtaç olarak karıncaya avuç açıp dilensin. Ağustosböceği (güya havaî adamın hayatı) nisbî bir ahlâk kaidesi değildir. Korkunç, insafsız, acı bir yaratma olayını temsil eder. Zavallı ağustosböceği 'yaratmak' için kendisini feda eder."
Yaratmanın acısını çekmemiş olanlar ağustosböceğinin trajedisini anlayamazlar.
Bu nedenle onlar La Fontaine’in masallarıyla kendilerini avutup dururlar.
Şahsen, şarkı söylediği için ölenlere değil, bir şarkı bile söyleyemeden ölenlere acırım; dahası, karıncanın temkinliliği yerine ağustosböceğinin ser-seriliğini yeğlerim. Karınca yaşamak için bir çöp parçasını bile esirgerken; ağustosböceği hayatını feda eder yaratmak için.
O halde ne çekiniyorsun dostum, hadi bir şarkı da sen söyle!