Bedrettin Cömert'i daha ilk yazılarından başlayarak sevenler ve destekleyenler, onun zamanla yumuşamasından, ödün verici bir tavır takınmasından korkuyorlardı; istiyorlardı ki daha da sert varsın sanat ve yazın'ın birtakım sorunlarının üzerine. Haklıydılar kuşkusuz. Sivri uçların çarpıştığı Türkiye'de, sanat-yazın alanında mızmız lâf ebeliklerinin kimseye bir şey vermeyeceğini biliyorlardı. Bedrettin Cömert gibi, on yılını İtalya'da geçirmiş, kuramsal yönden iyi donanmış bir kimsenin, ''nabza göre şerbet verme''nin geçer akçe olduğu bürokrasinin pasları arasında yozlaşıp gitmemesini istemek güzel şeydi. Ama, her alanda cadı kazanının kaynatıldığı bir ülkede, üniversite çevresinde ve sanat-yazın alanında temiz kalmak, yiğit kalmak kolay mıydı.! Bugün güzel denilenin yarın çamura atılmayacağının güvencesi neydi.? Abartılı övgüyle abartılı sövgünün aynı kişiler için bol keseden kullanıldığı bir ülkeydi burası. Değer yargıları, çerçi terazisinin göstergesi gibi oynayıp duruyordu. Tartıda kural yoktu, ilke yoktu. Kimin, akşamla sabah arası, nereye, hangi cepheye savrulacağını kestirmek güçtü. Küçük ekmekler ülkesiydi Türkiye. Belki de bu küçük ekmeği yitirme korkusuydu insanları yanar-dönerli yapan.!
*
Hasan Hüseyin, Ankara, Mart 1979, Şubat 1981