Küçücük bahçeli kiralık bir evde oturur.
Bahar başlangıcında, bir pazar günü onu görmeye gittim.
Elyazma kitaplarla dolu bir kütüphanesi vardır ki içindeki her kitabın tezhibine, her kitabın yaprakları arasından gizli gizli yükselen sarımtırak kâğıt kokusuna doyum olmaz.
Bahçenin yeşil boyalı tahta kapısından içeri girince onu orta yerde toprağı kazar buldum.
- Merhaba kolay gelsin, dedim.
- Eyvallah, buyur, dedi.
- Ne yapıyorsun.? dedim.
- Ağaç dikeceğim, dedi.
Yanı başında durdum. Toprağı kazmak işini bitirince biraz ötede yerde yeni doğmuş bir çocuk gibi yatan fidanı aldı. Dikti. Sonra toprakla besledi fidanın köklerini. Çukuru örttü.
- Bu iş de oldu, dedi.
- Ne ağacı dikiyorsun, dedim.
- Çam, dedi.
- Bu, kaç yıl sonra bir delikanlı boyunda olacak, dedim.
- Eh, dedi, bir on beş yıl sonra. Ama, sen bunu gel de elli sene sonra gör asıl.
Hiç cevap vermedim. Kirayla oturduğu ve belki yakında çıkacağı evin bahçesine elli yıl sonra tam ağaç biçimine girecek olan çam fidanını diken adama saygıyla baktım. Ve birdenbire gözümün önünde büyük idealistleri harekete getiren, şairane tabiriyle, ''sırrın'' bir kapısı açıldı.
*
[Orhan Selim / Akşam, 8.5.1936]