“Biçare ruhum bir yol arıyor, şaşkın halde Bir yer ve uygun çıkış bulmak için İçine sıkıştığım bu dar geçitte.” -Johan Huizinga, Ortaçağın Sonbaharı
“Kibir bütün günahların anasıdır, diğer günahlar tıpkı kökler ve saplar gibi ondan çıkar.” -Johan Huizinga, Ortaçağın Sonbaharı
Reklam
“Kibir bütün günahların anasıdır, diğer günahlar tıpkı kökler ve saplar gibi ondan çıkar.”
- " (…) Kibir bütün günahların anasıdır!.. Diğer günahlar tıpkı kökler ve saplar gibi ondan çıkar...”
Sayfa 30 - Alfa kitap
(…) Biçare ruhum bir yol arıyor, şaşkın halde Bir yer ve uygun çıkış bulmak için İçine sıkıştığım bu dar geçitte...
Sayfa 377 - Alfa kitap
... 1381 isyanının sözcüsü John Ball'ın da belirttiği gibi : " Adem çapa sallar ve Havva kumaş dokurken kim soyluydu? "
Reklam
Feodal çağda iki aile arasındaki özel bir savaşın, rütbe rekabetinden ve mülkiyet tamahkarlığından başka bariz bir nedeni yoktu. Irksal gurur, intikam açlığı ve sadakat onlann önde gelen ve doğrudan dürtüleriydi. Söz konusu ailevi savaşlara komşunun zenginliğine tamah etmekten başka bir ekonomik temel atfetmek de yersiz olur. Bu minvalde merkezi iktidar pekişip yayıldıkça, önceleri birbirinden aynk olan ailevi kavgalar birleşip toplanarak grupları içine almıştır. Deyim yerindeyse daha büyük topluluklar oluşmuş ve bunlar da kutuplaşmıştır. Bu topluluklar artık dostluk veya düşmanlıklannda şeref, gelenek ve sadakatten başka bir dayanak tanımaz olmuşlardır. Aralarındaki ekonomik farklılıklarsa çoğu zaman yalnızca hükümdarlarla ilişkilerinin bir sonucuydu.
İnsanlar efendisinin veya fırkasının yolunda kör bir tutkuyla giderken, ortaçağa özgü sarsılmaz adalet duygusu da ifadesini bulmaya çalışıyordu. O çağda insanlar doğrunun kesinkes değişmez ve belli olduğuna inanıyorlardı. Adalet, haksızları her yerde ve sonuna kadar yargılamalıydı. Telafi ve ceza uç noktalarda olmalı ve intikam niteliği taşımalıydı. Temelde pagan karakterde olan bu abartılı adalet ihtiyacı, ilkel barbarlığın Hıristiyan toplum anlayışıyla harmanlanmıştı. Bir yandan kilise itidal ve merhameti telkin ederek bu yolla adli örfleri yumuşatmaya çalışırken; diğer yandan, bu ilkel cezalandırma ihtiyacına günahın dehşeti de eklenince bir ölçüde adalet duygusu kamçılanmış oldu. Tepkisel ve şiddete eğilimli kişiler açısından günah, çoğu zaman düşmanlarının yaptığı şeyin bir başka adıydı. Barbarca dişe diş kana kan anlayışı fanatizmle pekiştirilmişti. Kemikleşmiş güvensizlik hali devlet yetkililerinin en şiddetli eylemlere imza atmasına olanak tanıyordu; suç kavramı düzen ve toplum için bir tehlike olduğu kadar Tann'nın yüceliğine karşı bir hakaret olarak da algılamr hale gelmişti. Böylece ortaçağın sonu tam bir adli zulüm dönemine dönüştü. Suçlunun cezasını hak ettiğinden bir an bile kuşku duyulmadı. Halkın adalet duygusu her zaman en ağır cezalan bile onayladı. Zaman zaman yargıçlar bazen haydutluğa, bazen büyücülüğe, bazen de oğlancılığa karşı ağır cezalar verilmesi yönünde düzenli kampanyalar yürütüyorlardı.
Ortaçağ bizim adalet anlayışımızı utangaç ve çekingen hale getirmiş bütün o fikirlerden habersizdi: Suçlunun mesuliyetinden şüphe; toplumun bir ölçüde bireyin suç ortağı olduğu kanısı; acı verme yerine ıslah etme isteği gibi; hatta bunlara adli hata endişesini de ekleyebiliriz. Daha doğrusu bu fikirler, aşın sertlikle yer değiştiren çok güçlü ve aşikar acıma ve affetme duygulan içinde farkında olunmaksızın ima ediliyordu. Tereddütle uygulanan yumuşak cezaların yerine, ortaçağ sadece iki uç noktayı biliyordu: Sonuna değin uygulanan acımasız ceza ve af. Ve mahküm affedildiğinde suçlunun bu affı herhangi hir özel nedenden ötürü mü hak ettiği pek sorulmuyordu; çünkü af bizim için bir lütuftu, tıpkı Tann'nın rahmeti gibi. Ancak uygulamada af meselesini karara bağlayan unsur her zaman saf merhamet olmuyordu .. On beşinci yüzyılın hükümdar lan her nevi suç için çıkarılan "af belgeleri"ne gayet müsamahalı yaklaşıyorlardı ve soylu akrabaların devreye sokulmasıyla bu belgelerin edinilmesini, o çağın insanlan gayet doğal karşılıyordu. öte yandan bu belgelerin çoğu yoksul halktan olan sı.radan insanlara yönelik olmuştur
Ortaçağ öğretisinin kökleri tamah veya kibir günahının içinde kendini gösteren her türlü kötülükte yatar. Tamah da kibir de kutsal kitaplarda anlatılan günahlardı. Hugues de Saint-Victor, "kibir bütün günahların anasıdır, diğer günahlar tıpkı kök ve saplar gibi ondan çıkar" demiştir. Kutsal kitaplarda bu anlayış, A superbia initium sumpsit omnis perditio [Bütün yıkımlar kibirden ileri geliri veya Radix omnium malorum est cupiditas [Bütün kötülüklerin kaynağı tamahtır] ifadeleriyle dile getirilmiştir. Bununla birlikte, on ikinci yüzyıldan itibaren insanlar her kötülüğün anasının kibirden çok açgözlülük olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Dante'nin "la cieca cupidigia" dediği kör açgözlülüğü kınayan sesler giderek daha gür çıkıyordu. Kibir, feodal ve hiyerarşik bir çağın günahıdır denilebilir belki de. O zamanlar mülkiyet -modern anlamdaki gibi- akışkan değildi ve iktidarın parayla henüz baskın bir ilişkisi yoktu. Ortaçağ öğretisi daha ziyade kişiye içkindi ve uyandırdığı dinsel huşu duygusuna bağlıydı; kendisini görkemle ve ihtişamla veya inançlı takipçiler kalabalığıyla dışa vuruyordu. Feodal veya hiyerarşik düşünce, ihtişam kavramını görünür işaretlerle gözler önüne seriyor, ona hürmetkar bir diz çöküş ve törensel saygıyla sembolik bir şekil veriyordu. Bu nedenle kibir sembolik bir günahtır ve son kertede bütün kötülüklerin müsebbibi olan şeytanın kibrinden doğduğu için metafizik bir niteliğe bürünür.
Reklam
Öte yandan açgözlülük ne böylesi bir sembolik niteliğe sahiptir ne de ilahiyatla bu tür bir ilişki içindedir. O tamamen dünyevi bir günahtır, doğanın ve tensel arzuların dürtüsüdür. Geç ortaçağ döneminde paranın artan dolaşımıyla birlikte iktidar koşullan değişmiş ve zenginlik yığarak hırslarını tatmin etmek isteyenlerin önünde sınırsız bir alan açilmıştır. Böylece bu çağda açgözlülük başat günah haline geldi. Ve bu zenginlikler krediye dayanan kapitalizmin onlara gelecekte kazandıracağı hayaletlere özgü ele avuca gelmezliğe henüz bürünmemişti. Hayalleri süsleyen şey halıi elle tutulur san altındı. Zenginliğin keyfi doğrudan ve ilkeldi; otomatik ve görünmez bir yatının mekanizması tarafından henüz zayıflatılmamıştı; zengin olmanın tadı ya lüks ve savurganlıkla veya kaba bir servet tutkusuyla çıkartılıyordu.
Ortaçağın sonuna doğru feodal ve hiyerarşik kibir henüz şiddetinden hiçbir şey kaybetmemişti; ihtişam ve gösteriş arzusu eskisi kadar canlıydı. Bu ilkel kibir şimdi giderek palazlanan açgözlülük günahıyla birleşmiş ve bu ikisinin karışımı ortaçağın kapanışına, bir daha hiç rastlanmayacak azgınlıkta bir hırs havası vermiştir.
Resim