“ Zihni uyanık olduğu her an doluydu. Her şeye içinden bir akan, her şeyin de bir resmi vardı. Bu çokluk onu memnun ediyor, yalnızlığı hemen hiç duymuyordu. Öylesine bir yokuşu tırmanır ve sağa sola bakınırken, aşağıya iner bir parktan geçerken, bir ağacın altında biraz soluklanıp dinlenirken, başını kaldırıp daha uzağa, karşı kıyılara bakarken hiçbirinde yalnız değildi. Kelimeler, cümleler, tasvir ve hikâyeler, bunların içinde kendisi, üst üste eklenen rulo halini alan görüntüler hep bunların kalabalığı ile çevriliydi. Sadece bazı çok tehlike ya da içine dehşet olarak düşen mutsuzluk anlarında bütün kalabalığjn içinden çekildiğini ve park resmi, yokuş resmi, sokak resmi, gibi bir şeyin içinde bir başına durduğunu anlıyordu. O vakit anladığı ve gördüğü teklikte de bir özdeşleşme olmadığından dehşeti de tehlikeyi de sanki dışında duyuyordu. Öyle zamanlar kendi ile içli dışlı olduğu, kendini bir arkadaş çevresi gibi sardığı zamanlardan farklı olarak tüm zamandan, zeminden hatta uzaydan ayrı ama ağrı ve acıdan da ayrı, mutsuzluk ve kederden de ayrı bir boşlukta sanki semada kendince salınan bir cisim gibi duyuyor ama bu hali pek uzun sürmüyordu. Tekrar yerine gelirken arkasından iplik iplik uzanan kopmayan bir zaman ve gördüklerinin uzayıp sünen, geldikleri yere uymayan haline şaşırıyordu. Tek bir karenin içinde zamanlar parçacıklar halindeydi ve taşınmaya kalktıklarında geldikleri yere uymuyorlardı. “