"Çevre sürekli yaşamlarınızı eyleme göre şekillendirir, kalıplara sokar ve doğal olarak, bu sürekli bozulma, biçimlendirme, şekillendirme, saptırmadan çatışma doğar."
Doğa ana "bilinmesi gereken" ilkesine sadık kalırken, biz bunun tam tersi olan bir ilkeyi benimseriz: bizim için ideal olan her şeyi bilmeye, bize ilişkin her gerekçenin farkına varmaya, bizi ilgilendiren hiçbir konuda karanlıkta kalmamaya ve kendi ilgilerimizin bütünüyle bilgilendirilmiş koruyucuları olmaya gayret ederiz. Bu ise, eylemin yönünü her zaman aklın buyruklarına uygun bir biçimde çizebilmek anlamına gelir.⁶
Çoğu zaman, geçmişten kopmak, geçmişi yok etmek demektir. Böyle olduğunda, ileriye doğru gitmekten başka bir olasılık kalmaz. Oysa medeniyetimizin getirdiği “hoşnutsuzluk”, köksüzlüğümüzün ve geçmişle bağlantımızın yitmesinin sonucudur. Sürekli bir telaş içinde, evrimsel geçmişimizin henüz yakalayamadığı günümüzden çok gelecekte ve onun getirmeye söz verdiği hayal ürünü bir altın çağda yaşıyoruz.
Giderek artan bir verimsizlik duygusunun, hoşnutsuzluğun ve huzursuzluğun kamçılamasıyla, düşüncesizce yeniliklere doğru koşuyoruz. Elimizdekilerle yetinmeyip verilen sözlerle yaşıyor, günümüzün ışığı yerine, sonunda bize uygun bir güneşin doğacağını umut ettiğimiz geleceğin karanlığında yaşamayı yeğliyoruz. Bilimin en parlak buluşlarının bize getireceği ürkünç tehlikeleri bir yana bıraksak bile, daha iyi bir şeyin, her zaman çok kötü bir bedeli olduğunun bilincinde değiliz. Örneğin, daha çok özgürlük sağlama umudu, devlete köle gibi daha çok bağlanmayı getirir, bu da, umudun yok olması demektir. Babalarımızın ve atalarımızın arayışlarını anlamadığımız için kendimizi de anlayamıyoruz ve bunun sonucunda birey, çekim gücüne kapılan bir zerreciğe dönüşüyor.
"Bu çevreyi ve bütün bu berbat karmaşa ile dertleri, kimin yarattığını bilmek istiyorsunuz çünkü sizi bu dertten çekip, çıkaracak ve sizi yeni bir cennete yerleştirecek bir kurtarıcı istiyorsunuz."