Gitgide alışıyorum sana....
Hiçbir alışkanlık bu kadar güzel olamaz...
Ellerin ellerimden uzaksa nasıl güçsüzüm bilemezsin...
Yanımda olduğun zamanlar;
Sigara dumanı gibi ciğerlerime doluyor,
Alkol gibi damarlarıma yayılıyorsun...
Durmadan başım dönüyor verdiğin hazdan...
Alışkanlıklar daima korkutur beni...
Düşün ki ben yaşamaya bile
Bu paragrafı çerçeveletip asmak istiyorum. Uzun ama okuyun lütfen.
Bir evliliğin başlaması için pek çok iyi ya da kötü neden olabilir. Ama hiçbiri, tecavüz kadar tuhaf bir başlangıç yaratamaz. Hele kız çocuğunun genital bölgesini, mikroplardan korumak işlevinde olan bir zarın kaybının, bir insanın yaşamını değiştirmesi kadar akıl dışı bir şeye zor rastlanır. Bu, evine girerken camı kıran hırsıza evin tapusunu vermek ve gönüllü hizmetçisi olmayı teklif etmek kadar mantığın iflasına işaret eder. Evlilik öncesi taraflar birbirini araştırır ve kötü bir özellik gördüğünde de bu evlilikten vazgeçer. Peki birinin tecavüzcü olduğunu bile bile evlenmenin amacı nedir? Bir barbarın tecavüzlerine evlilik içinde rahat rahat devam etmesi mi?
Diyelim ki şişmiş gözleri mosmor bir kadına soruyorsunuz: "Peki, neden seçtin kocanı?" O da şöyle bir cevap veriyor: "Çünkü o, bir tecavüzcü." Eğer bu söz saçmaysa, kızları tecavüzcüleri ile evlendirme anlayışı da bir o kadar saçma ve ahlaksızca. Bir zar değil ki kadın, bir birey ve değerini altı üstü bir zar belirleyemez. Öyle olsaydı, soğan kat kat zarlarıyla en değerli şey olurdu.
Gelmeyeceksin biliyorum, Ben sonsuz bir özlem içerisinde sana hasret kalacağım, Hüznüm bağrımı yakacak, ben ona da alışacağım, Yalnızlık korkusu sarmış her yanımı, böyle de yaşayacağım... Gelmeyeceksin biliyorum, Hayalin de alıştıra alıştıra uzaklaşacak benden, Mutluluk, bir güvercinin kanatlanıp yok oluşu gibi terk edecek beni. İstesem de artık kulaklarım duymayacak zarif sesini.
Gelmeyeceksin biliyorum,
beni çaresizlik duyduğum şehirde bir başıma bırakacaksın. Korkularımı gizlettiğim meydanlarda aratacaksın.
Bir defa yanmak neyse de, sen beni her gün yeniden yakacaksın...
Bir özlem var içimde, sen kokan Bir tutku var, durmadan büyüyen
Cadde yok, sokak yok
Bu kez, heyecanın adı bile yok.
Sensizliğim kuşatmış her anımı Sebep arama, başka sebep yok!
2005
Örneğin acının, yoksulluğun, sefaletin, ölümün ve bu buna benzer
tüm kötülüklerin olmadığı bir dünya hayal edelim. Açlık mı? Yok, herkes
rahatlıkla istediğini yiyip içebilmekte, çok güzel yerlerde barınabilmekte. Aşk
acısı? Yok, herkes istediği kişiyle beraber olabilmekte. Kimse kimseyi
kıskanmıyor, herkes birbirinin iyiliğini düşünüyor. Her şey dört dörtlük. Hatta
öyle ki birbirimize iyilik yapmaya bile gerek yok, kıskançlık olmadığı için aşkın
da tadı çıkmıyor. Çalışma yok, dert yok tasa yok… Böyle bir dünya bizde
duygu denilen bir şey bırakmazdı sanırım. Yüzyılların getirdiği kültür, uygarlık,
edebiyat, felsefe çöp olup giderdi. Özlem, aşk, hüzün ve belki de huzur,
mutluluk törpülenir hatta biterdi. Eğer evren bir simülasyonsa, bu simülasyonun
kodlarında büyük bir kargaşa çıkardı, arıza çıkar ve bir müddet sonra
simülasyon yok olurdu. Yani işin ironik tarafı tam hedeflenen mükemmeliyete
varınca mevcudiyet ortadan kalkardı. Yüzyıllar boyunca özlenen, hedeflenen o
kutsal gün aslında her şeyin bittiği günle aynı.