Deyimin elbette Nietzsche'nin nihilizm olarak adlandırdiğı şeyle bir akrabalığı var. Ama ben, Kantçı ‘yüce' temasında, Nietzsche'ci perspektifçilikten daha önceki bir biçimlenişini görüyorum. Modern sanatın (buna edebiyat da dahil) dayanağını, avangardların mantığının da aksiyomlarını, yücenin estetiğinde bulduğumu düşünüyorum özellikle. Kant'a göre, yüce duygusu ki aynı zamanda yücenin duygusudur, güclü ve anlaşılmaz, ikircikli bir duygudur: Aynı zamanda hem haz, hem de acı ihtiva eder. Daha doğrusu, burada haz acıdan kaynaklanır. Başkalarının nevroz ya da mazoşizm olarak adlandırdıkları bu çelişki, Augustinus ve Descartes'dan gelen ve Kant’ın da radikal bir biçimde sorgulamadığı özne felsefesi geleneği içinde, öznenin yetileri-kavramlaştırma yetisi ile "gösterme" (présenter) yetisi-arasında bir çatışma olarak gelişir. Bilgi, önce sözcenin anlaşılabilirliği ve sonra da kendisine "uygun düşen" "durumlar"ın deneyden elde edilebilirliği ile koşullanmıştır. Güzelliğin varolma koşulu ise, duyarlık tarafindan, önceden verili hiçbir kavramsal belirlenme olmaksızın iletilen "durum" (sanat yapıtı) karşısında, bu yapıtın uyandırdığı, her türlü yarardan bağımsız haz duygusunun ilke olarak evrensel (pratik olarak da belki hiçbir zaman sağlanamayacak) bir konsensusa çağırıyor olmasıdır.