İçki olarak rakıyı severdi. Ayrıca bira ve şampanyayı da sever, diğer içkileri nadiren içerdi. Rakı ile birlikte baş mezesi leblebi, beyaz peynir ve kavundu Çanakkale Savaşları'nın uzun ayları içinde soğuk alma ve kırklık duyma vesilesiyle iki veya üç defa iki nihayet üçer kadeh konyak içmişti. Diyarbakır'da ordu komutanlığı yaptığı yıllarda bu yörede gülden yapılan gül rakısını çok beğenirdi. Harp Okulu ve Harp Akademisi öğrencilik yıllarında Selanik ve İstanbul'da birahanelere giderdi. İstanbul'a gelinceye kadar biradan başka bir içki kullanmamıştı. Derslerine muntazam çalışır tatil günlerinde İstanbul Beyoğlu'nda eğlence yerlerini arkadaşlarıyla dolaşır müzik dinlerdi. Yaz mevsiminde Beyoğlu'nda bir Alman'ın işlettiği Zeuve Birahanesine giderler burada Alman birası içerdi.
Ayaktakımı için küçük koltuklardan başka bir de ayaklı meyhaneler vardı. Ayaklı meyhaneler seyyar içki satıcılarıydı; ekseriyetle Ermenilerden olurdu; dükkânı, tezgâhı, fıçısı, ustası, sakisi hep kendisiydi; bellerine ucu musluklu, içi rakı veya şarap doldurulmuş gayet uzun bir koyun bağırsağı sararlar, sırtlarında bir cüppe, cüppenin iç cebinde bir kadeh olur, omuzlarına da alamet olarak birer peşkir atarlardı. Ayaklı meyhaneler en çok Bahçekapı ve Yemiş iskelesi, Galata ve civarında dolaşırlardı. Müşterilerini gördü mü etrafı kollayarak bir bakkal veya manav dükkânına girer, kuşağının arasındaki musluktan kadehi doldurup peşi sıra giren müşterisine, vücudunun hararetiyle ısınmış içkiyi sunardı; kadehi bir yudumda yuvarlayan baldırı çıplak ayyaş da ya bir üzüm tanesini yahut mevsimine göre bir meyveyi meze yapardı, çoğu da ağzını elinin tersiyle silip gider, buna da "yumruk mezesi" denilirdi.
Çünkü yaşamın gerçeğine ancak sohbetlerle ulaşılabileceğine inanırdım. Halen de aynı inanca sahibim… Bana göre rakısı da mezesi de bahanedir, aksesuardır sadece. Belki de bunun için bizden öncekiler, “Müdavele-i efkârdan esrarı hakikat doğar” diyerek otururlarmış çilingir sofralarına ve “gerçeğin sırrına söyleşerek ulaşmaya çalışırlarmış”…
Babagannuş Hatay yöresinin ünlü ve lezzetli mezesi. Babagannuş, özel bir taş üzerinde, gene özel bir tokmakla dövülerek hazırlanan közlenmiş patlıcan, biber, domates, sarmısak salatasıdır. Tuz, limon, zeytinyağı ve nar ekşisi ile tatlandırılır.
Ayaktakımı için küçük koltuklardan başka bir yerde ayaklı meyhaneler vardı. Ayaklı meyhaneler seyyar içki satıcılarıydı;ekseriyetle Ermenilerden olurdu;dükkânını, tezgâhı, fıçısı, ustası, sakisi hep kendisiydi; bellerine ucu musluklu, içi rakı veya şarap doldurulmuş gayet uzun bir koyun bağırsağı sararlar, sırtlarında bir cübbe, cübbenin iç cebinde bir kadeh olur, omuzlarına da alamet olarak birer peşkir atarlardı. Ayaklı meyhaneler en çok Bahçekapı ve Yemiş iskelesi, Galata ve civarında dolaşırlardı. Müşterilerini gördü mü etrafı kollayarak bir bakkal veya manav dükkânına girer,kuşağının arasındaki musluktan kadehi doldurup peşi sıra giden müşterisine, vücudunun hararetiyle ısınmış içkiyi sunardı; kadehini bir yudumda yuvarlayan baldırı çıplak ayyaş da ya bir üzüm tanesini yahut mevsimine göre bir meyveyi meze yapardı, çoğu da ağzını elinin tersiyle silip gider,buna da "yumruk mezesi" denilirdi.
Rakı mezesi olarak karpuzla patates nemize yetmezdi? Gönlümüz o kadar doluydu ki, bir fikir ve söz şöleni çektik kendimize... Hitit'ten, Yunan'dan tutun da Mevlana'ya Ömer Hayyam'a kadar şiir dünyasında dolaşırken, Anadolu'da birer sınır taşı gibi yükselen bu anıtlar arasında; insanlık düşüncesinin hiç ardı kesilmeyen tatlı bir rüzgar gibi estiğini görebiliyor insan.
Atatürk’ün beyaz leblebi macerasını herkes bilir ama bunun devamı vardır. Atatürk yine bir gün gider Pera Palas’a ve rakı mezesi ister. Şef hemen ona beyaz leblebi getirir. Bu sefer Atatürk der ki, “Biz bunları yokluk, fakirlik dönemlerimizde yiyorduk, artık daha güzel bir şeyler getir de yiyelim.” Bunu herkes bilmez.
Rakı servisi yaptığım konuğuma, “Rakınız kaymak, sofranız bereketli, sohbetiniz daim olsun efendim” dileğinde bulunarak girerdim hizmete. Çünkü yaşamın gerçeğine ancak sohbetlerle ulaşılabileceğine inanırdım. Halen de aynı inanca sahibim… Bana göre rakısı da mezesi de bahanedir, aksesuardır sadece. Belki de bunun için bizden öncekiler, “Müdavele-i efkârdan esrarı hakikat doğar” diyerek otururlarmış çilingir sofralarına ve “gerçeğin sırrına söyleşerek ulaşmaya çalışırlarmış”…
Yaşamın gerçeğine ancak sohbetlerle ulaşılabileceğine inanırdım. Hâlen de aynı inanca sahibim… Bana göre rakısı da mezesi de bahanedir, aksesuardır sadece. Belki de bunun için bizden öncekiler, “Müdavele-i efkârdan esrarı hakikat doğar” diyerek otururlarmış çilingir sofralarına ve “gerçeğin sırrına söyleşerek ulaşmaya çalışırlarmış”.
İstanbul'a mahsus bir de "ayaklı meyhane"ler vardı, içkinin seyyar satıcıları. Bellerine ucu musluklu ve içi rakı yahut şarap doldurulmuş uzun bir koyun barsağı sararlar, sırtlarında cüppeye benzer bir üstlük, iç cebinde bir kadeh, omuzlarına da alameti farika olarak bir peşkir atarlardı. müşterileri yalın ayaklı, yarım pabuçlu kayıkçılar, hammallar, yanaşmalar, uşaklar...
Kuşağının altından musluğu açar, kadehi doldurur, peşine takılmış müşterisine içkiyi sunardı, kadehi alan da iki yudumda içer, ağzını da elinin tersiyle silerdi, argo deyimiyle ona da "yumruk mezesi" denilirdi. Ayaklı meyhanelerin cömertçesi ise ce-binden iki üç leblebi çıkarıp verirdi.
Bir akşam saat 20 sularında Saray'ın Marmara'ya bakan balkonunda yirmi kadar tanınmış konuk Atatürk'le yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk:
- Efendi, efendi diye bana seslendi.
Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı
- Buyrun efendim . Bir emriniz mi var Paşam? diye karşılık verdim.,Cumhuriyet rejiminin kurulmasına
Bir akşam saat 20:00 sularında, Saray’ın Marmara’ya bakan balkonunda, yirmi kadar tanınmış konuk Atatürk’le yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk:
“-Efendi, efendi!..” diye bana seslendi.
Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı.
“-Buyrun efendim. Bir emriniz mi var Paşam?” diye karşılık verdim.
Cumhuriyet rejiminin kurulmasına