Atatürk’ün beyaz leblebi macerasını herkes bilir ama bunun devamı vardır. Atatürk yine bir gün gider Pera Palas’a ve rakı mezesi ister. Şef hemen ona beyaz leblebi getirir. Bu sefer Atatürk der ki, “Biz bunları yokluk, fakirlik dönemlerimizde yiyorduk, artık daha güzel bir şeyler getir de yiyelim.” Bunu herkes bilmez.
Babagannuş Hatay yöresinin ünlü ve lezzetli mezesi. Babagannuş, özel bir taş üzerinde, gene özel bir tokmakla dövülerek hazırlanan közlenmiş patlıcan, biber, domates, sarmısak salatasıdır. Tuz, limon, zeytinyağı ve nar ekşisi ile tatlandırılır.
Seni doğurma ihtimalidir
Denizleri bunca mavi kılan
Ve senden bir koku taşıyorsa
Ilíktır rüzgar
Sana varacaksa sabahı bir gecenin
O kadar da karararamaz
Ve tabi rakı
Senli düşler
Ve hatıralardir
En tatlı mezesi...
Rakı servisi yaptığım konuğuma, “Rakınız kaymak, sofranız bereketli, sohbetiniz daim olsun efendim” dileğinde bulunarak girerdim hizmete. Çünkü yaşamın gerçeğine ancak sohbetlerle ulaşılabileceğine inanırdım. Halen de aynı inanca sahibim… Bana göre rakısı da mezesi de bahanedir, aksesuardır sadece. Belki de bunun için bizden öncekiler, “Müdavele-i efkârdan esrarı hakikat doğar” diyerek otururlarmış çilingir sofralarına ve “gerçeğin sırrına söyleşerek ulaşmaya çalışırlarmış”…
Yaşamın gerçeğine ancak sohbetlerle ulaşılabileceğine inanırdım. Hâlen de aynı inanca sahibim… Bana göre rakısı da mezesi de bahanedir, aksesuardır sadece. Belki de bunun için bizden öncekiler, “Müdavele-i efkârdan esrarı hakikat doğar” diyerek otururlarmış çilingir sofralarına ve “gerçeğin sırrına söyleşerek ulaşmaya çalışırlarmış”.
Bektaşi der ki: "Rakı ağızdan değil, kulaktan içilir. Biz ona içki değil, dem deriz!"
Oturursun masaya, garson bir şişe rakı getirir, mezeleri sıralar, kadehini doldurur, içersin! Hayır, rakı öyle içilmez... Rakının nasıl içileceğini, ya da nasıl içilmeyeceğini bilelim...
Rakı güneş batmadan içilmez. Duvara bakılarak içilmez. Rakı
Kesinlikle tavsiye etmiyorum tam bir hezeyan ve düş kırıklığı. Ben bukadar dini değerlerimiz olan mevlevilik, sufilik, tasavvuf ve evliyalık gibi kavramları rakı masalarına meze eden karakterlerle dolu kültürümüze bidatlar sokulmuş bir kitap görmedim.
Her ikisiyle de çok eskiden dosttu. Tevfik Bey'i ilk gençliğinde Yenikapı
İstanbul'a mahsus bir de "ayaklı meyhane"ler vardı, içkinin seyyar satıcıları. Bellerine ucu musluklu ve içi rakı yahut şarap doldurulmuş uzun bir koyun barsağı sararlar, sırtlarında cüppeye benzer bir üstlük, iç cebinde bir kadeh, omuzlarına da alameti farika olarak bir peşkir atarlardı. müşterileri yalın ayaklı, yarım pabuçlu kayıkçılar, hammallar, yanaşmalar, uşaklar...
Kuşağının altından musluğu açar, kadehi doldurur, peşine takılmış müşterisine içkiyi sunardı, kadehi alan da iki yudumda içer, ağzını da elinin tersiyle silerdi, argo deyimiyle ona da "yumruk mezesi" denilirdi. Ayaklı meyhanelerin cömertçesi ise ce-binden iki üç leblebi çıkarıp verirdi.
Çünkü yaşamın gerçeğine ancak sohbetlerle ulaşılabileceğine inanırdım. Halen de aynı inanca sahibim… Bana göre rakısı da mezesi de bahanedir, aksesuardır sadece. Belki de bunun için bizden öncekiler, “Müdavele-i efkârdan esrarı hakikat doğar” diyerek otururlarmış çilingir sofralarına ve “gerçeğin sırrına söyleşerek ulaşmaya çalışırlarmış”…
Rakı içmeliyiz seninle, Müzeyyen senar dinlemeli, Neşat ertaş’ı anlamalıyız. Ama çay bardağında içmeliyiz. Mezesi gözlerin,kirpiklerin olmalı benim yudumlarımın. Leyla’m çalmalı Neşat Baba’dan. Sitem etmeliyim sana tatlı tatlı. Huysuz ve tatlı kadına kadeh kaldırmalıyız.Her yudumda vurmalıyız şarkı bitene kadar.... Bir küçük öpmeliyim burnunu sevdalı sevdalı. Sarılmalıyız; türküler, şarkılar boyu... Anason esmeli ağzından ağzıma. Bir yürek dolusu eşlik etmeliyiz aşka... Bir akşam da mutlu olmalıyız işte ulan.
Ayaktakımı için küçük koltuklardan başka bir de ayaklı meyhaneler vardı. Ayaklı meyhaneler seyyar içki satıcılarıydı; ekseriyetle Ermenilerden olurdu; dükkânı, tezgâhı, fıçısı, ustası, sakisi hep kendisiydi; bellerine ucu musluklu, içi rakı veya şarap doldurulmuş gayet uzun bir koyun bağırsağı sararlar, sırtlarında bir cüppe, cüppenin iç cebinde bir kadeh olur, omuzlarına da alamet olarak birer peşkir atarlardı. Ayaklı meyhaneler en çok Bahçekapı ve Yemiş iskelesi, Galata ve civarında dolaşırlardı. Müşterilerini gördü mü etrafı kollayarak bir bakkal veya manav dükkânına girer, kuşağının arasındaki musluktan kadehi doldurup peşi sıra giren müşterisine, vücudunun hararetiyle ısınmış içkiyi sunardı; kadehi bir yudumda yuvarlayan baldırı çıplak ayyaş da ya bir üzüm tanesini yahut mevsimine göre bir meyveyi meze yapardı, çoğu da ağzını elinin tersiyle silip gider, buna da "yumruk mezesi" denilirdi.
Birazdan bir yetmişlik ve yüzlük açacağım
Kafayı bulacağım semaya uçacağım
Sen rakımın mezesi gecenin eğlencesi
Sana sarhoş gönlümün ayyaş bir düşüncesi
Hadi korkma güzelim teninin şerefine
Senin için ettiğim yeminin şerefine
Yaklaş sokul yanıma beraberce sızalım
Sabaha ayıkırsak biraz kırda gezelim
Beyaz peynir ve zeytin birazcık kavun
Bir akşam saat 20 sularında Saray'ın Marmara'ya bakan balkonunda yirmi kadar tanınmış konuk Atatürk'le yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk:
- Efendi, efendi diye bana seslendi.
Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı
- Buyrun efendim . Bir emriniz mi var Paşam? diye karşılık verdim.,Cumhuriyet rejiminin kurulmasına