Klasik kitaplarda önsözün kesinlikle atlanmaması gerektiği bir gerçek. Bir İdam Mahkumunun Son Günü kitabı aslında tam olarak son gününü değil son günlerini, haftalarını anlatıyor. İşlediği bir cinayetten dolayı idama mahkum edilmiş adamın, o gün gelene kadar kendi başına kalıp kafayı yemektense kağıt kalem isteyip yazı yazarak bulunduğu durumla baş etmeye çalışıyor. Eşi ve annesinden ziyade iki yaşındaki kızını, onu babasız bırakma düşüncesi son günlere yakın daha fazla tedirgin etmeye, korkutmaya başlıyor. Sadece kendisini idam etmediklerini, çocuğunu, eşini de idam ettirdiklerini, onların geçimlerini nasıl sağlayabileceklerini düşünüyor. Bu hikayenin gerçek olduğu ve bu notların hücrede bulunduğu söyleniyor. Victor Hugo idam cezasına karşı olduğu için, bu kitabı yazıp karşı tarafın gözünden dinleyip, kendilerini o kişinin yerine koyup, onun psikolojisini anlamalarını istiyor. Adam cinayeti nasıl işlediği, neden işlediği anlatılmamış. Çünkü dikkat edilmesi gereken kısmın burası değil, idam cezasının kişiye yaşattıkları.
Kendisi daha üç yaşındayken annesi öldükten sonra büyükbabası ile yaşayan ve büyükbabası öldükten sonra hayatının işleyişini okuyoruz. Bu büyük bir acı gerçekten. Aklın ermiyorken anneni kaybediyorsun, baban ortada yok ve büyükbabanı da üniversiteye geçmeden önce kaybediyorsun. Hiçbir akraban yok, kimsen yok. Bu yalnızlık hissini tahmin bile edemeyiz. Ama kitapta yine de bazı şeyler eksik gibiydi. Bana duygusu tam geçemedi, etkilenemedim. Bilmiyorum bende mi sorun var yoksa eksik mi yazıldı bazı hisler... tavsiyemdir, kitapla kalın!
Gülten Dayıoğlu’nun klişelermiş bir konuyu yazabileceğini düşünmemiştim aslında. İlk kitaptaki yaşadığı o kadar şeyden sonra kendini çalışmaya adıyor, özel hayatıyla ilgili hiçbir şey yaşamıyor. Geçmişinden kimse ile görüşmüyor. Her sayfayı diğer sayfada ne olacağını bilerek çevirdim. Keşke beni bir yerde yanıltsaydı. Ama yanılmadım maalesef.