Sene 1930... Atatürk yurt gezisinde. Akşam oluyor. Kendisini konaklayacağı otele zar zor atıyor. Yorgun bir şekilde koltuğa çöküyor. Sigarasını yatıp içine çekerken Umumi katibi Hasan Rıza Soyak'ı çağırıyor. Soyak geliyor. Atatürk yorgun şekilde koltuğa oturmuş. Yüz hali kötü. İlk kez böyle görüyor. Atatürk konuşmaya başlıyor. Ama ne konuşma. Adeta içini döküyor. Derdini Soyak'a anlatmaya başlıyor:
Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz.Bunda bizim günahımız yoktur. Uzun yıllar, asırlarca dünyanın gidişinden habersiz, bir takım şuursuz yöneticilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın.Değerli halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyumuş kalmış. Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı.İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor, fakat nihayet ben de bir insanım be birader. Kutsal bir kudretim yok ki.