İnsan, metal dinler, sinemasever, Lynch'in evreninde boğulup Scorsese'nin ara sokaklarında kaybolur, genel olarak sürreallik sevdiği için hayatta olanlarla pek ilgilenmez, hatta onlara güler, kahkahayla, sürekli, ölene dek, belki sonra da.
And in very deed for this cause have I raised thee up, for to she in thee my power; and that my name mat be declared throughout all the earth.
Exdous 9.16
Tarihin olgun ve kokulu meyveleri olan bazı insanlar, yücelik kalesine çıkabilmek için, büyük saadetleri derin çukurlara atmışlar ve acıya müptela olmuşlardır... Yüzleri yumuşaklığını kaybetmiş, kırış kırıştır... Ayakları yumuşak salonlarda dans etmek yerine, yakıcı taşlarda koşmayı tercih etmiştir... Büyüklüğü yaratanlar bunlardır.
-
Şimdi söyleyeceklerimse yazarları ve çizerleriyle gerçek mizahçılar adına: Mizah ürünlerinin ayrı, daha aşağı bir tür sayılmasına, edebiyatın ya resmin kötü yola düşmüş çocukları olarak görülmesine çok üzülüyorum. Mizahçılar için değil tabii, mizahı öyle görenler için üzülüyorum. Katı, sevgisiz, gülmenin tadını bilmeyen talihsiz kişiler onlar. Sevilmeleri zor, çünkü kendilerini sevmiyorlar. Gergin yüzleri, tartışırken tizleşen sesleri ve incelen dudaklarıyla, kendileriyle ve çevrelerindekilerle sürekli kavga halindeler. Mizahı sevmeleri olanaksız, çünkü mizahın temel malzemesi kendileri. Herkesten daha gülünçler, çünkü kendi gülünçlüklerini görmüyorlar. Ne yazık ki her alanda karşımıza çıkıyorlar. Bir cehennem var olsaydı, ateşi onlar sayesinde canlı kalırdı. Hoş belki gerçekte onlar da günahsız. Belki tüm suç, içinde yaşadığımız hoşgörüsüz topluma ait. Belki öylesine yaralı bereliyiz ki, gülemiyoruz. Her kahkaha sağımıza solumuza sancılar saplanmasına neden oluyor da ondan belki, kim bilir?
-
Çocukluğumun Fatih'inde annelerin çoğu başörtülüydü ama, cüppeli sarıklı adamlara, karafatmalar gibi gezinen çarşaflı kadınlara rastlanmazdı pek. Yazlık kışlık sinemalar vardı. Malta'da meyve ve balık satıcılarının tezgâhları akşamları ışıl ışıl olurdu. Salata satıcıları kıvırcık salataları, yeşil soğan ve turp demetlerini; içlerinden geçirdikleri ince bir sazla birbirine bağlar, babalar da bunu parmaklarına takıp evlerine giderlerdi. "Poşet" yoktu o zamanlar, fileler vardı, çoğu kez gazetelerden yapılan kesekâğıtları vardı. Hatta bir ara evde yaptığım, diplerini ve kenarlarını sulandırılmış unla yapıştırdığım kesekâğıtlarını bakkallara satmaya çalışırdım, şimdi anımsadım.
-
Dev bir ahtapota benzeyen bu şehirde kaç kişi eski evlerde oturuyor acaba? Her şey durmadan yıkılıp yerine yenisi yapılırken, toplumsal öykümüz gibi kişisel öykülerimiz de beton yığınlarının altında kalıyor.
-