Kitabı açtım, daha ilk sayfada bir et kokusu geldi burnuma… Dedim "aha kasaba geldik." Ama bildiğin kasap değil bu. Yani arka sokakta “kuzu pirzola var mı abla?” diye sorduğun kasapla karıştırma. Bu bildiğin endüstriyel kıyma fabrikası. Sadece hayvan değil, insan da öğütüyorlar.
Baş karakter Jurgis’i tanıyorsun. Yeni dünya, göçmenlik, Amerikan rüyası falan derken adamın hayatı kısa sürede Amerikan kâbusuna dönüyor. Meğer sistem şöyle çalışıyormuş: Sabah işe giriyorsun, öğlen eziliyorsun, akşam da çıkışta tokatlanıyorsun. Sigorta yok, helallik yok, "alnının teri" yerlerde.
Her şeyin standardı var bu mezbahada: Kıymanın, sucuğun, umutların… Hatta gözyaşının bile gramı belli. İşçiler yerlerde, patronlar gökdelenlerde. Alt katta dana, üst katta kapitalizm kesiliyor.
Bir ara dedim ki “ben bunu okurken et yemeği nasıl yiyeceğim?” Ama sonra fark ettim ki, kitap sadece mideye değil, vicdana da dokunuyor. Upton Sinclair demiş ki: "Et yiyen adam, bu satırları da sindirsin." Yiyemedik be Upton. Midem kalktı, sinirim bozuldu.
Finale doğru kitabı bırakıp tavana bakarken kendimi şu cümleyi kurarken buldum:
> “Ben bu mezbahada çalışmadım ama ruhum orada öldü.”
Sonuç:
Bu kitap seni etin kaynağını sorgulatıyor. “Bu biftek nereden geldi?” sorusu bir yerden sonra “Benim hayatım nereye gidiyor?”’a dönüyor.
Eğer sen de sistemin dilim dilim doğradığı insanlıkla yüzleşmek istiyorsan, al oku. Ama bir uyarı:
Et yemeyi bırakabilirsin. İnsanlara da mesafeli yaklaşabilirsin. Kendine de.