Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
"Başaramamış olsam bile, yine de yaptığım işlerin devam ettirileceğini düşünüyorum. Açıkça değil belki, ama insan doğru olana inanırken yalnız değildir. Peki o zaman bunun kişisel olarak ne önemi var ki! İnsanların da buğdaylarla aynı olduğuna çok inanıyorum. Eğer filizlenmek için toprağa ekilmiyorsan ne önemi var? Sonunda değirmen taşlarının arasında öğütülüyorsun ki ekmek olasın. Mutluluk ve mutsuzluk arasındaki fark işte! Ikisi de gerekli ve faydalı, ölüm ve kayboluş gibi... her şey göreceli - hayat da öyle."
Vehhâbîlere cevap
'Unutmayın ki bir medeniyet ancak biriktiregeldiği eserlerle yaşar ve kendini kabul ettirir; o eserlerin yok edilmesi medeniyetin de yok edilmesidir. Medeniyeti yok olan milletlerin geleceği hükmetmekle değil hükmolunmakla sürer. Siz bu türbedir, bu tağuttur, bu şirktir diyerek sanat adına üretilmis ne varsa kırıp dökerek aslında Hz. Peygamber'in mirasını yok ediyorsunuz. Sizden bunu isteyenlerin İslâm mirasını yok ederek onu Asr-ı saadet'e, sıfır noktasına döndürmek istediklerinin farkına varmıyorsunuz. Bunu başardıkları zaman bu sefer de size "ilkel, gelişmemiş, geri, sığ" diyeceklerini düşünemiyorsunuz.
Reklam
Satışa çıkarılmış bir mal gibi 'tüketici'ye yönelik bir sanat değilse eğer söz konusu olan, her sanatın amacı, insanın kendisine ve çevresindekilere bu gezegende ne aradıklarını, neden yaşadıklarını, varlık sebeplerinin ne olduğunu açıklamaktır.
16. Yüzyıl’da Avrupa’da Rönesans 16. yüzyıla kadar batının çeşitli sanatsal uygarlıkları önceki daha sonrakini ortaya çıkararak birbirlerine uysal bir şekilde izlediler 15. yüzyılda bile gotik ve Rönesans üslupları barış içinde yan yana yaşayabiliyordu Floransa katedrali’nin yapımına başlandığı zaman Milano katedrali bitirilmek üzereydi ama 16. yüzyıldan sonra batı sanatı birbirini dışlayan Savaşkan ideolojilerle ve hatta ulusal rekabetlerle parçalanmıştı Her biri bireysel bir katkıda bulunan ama hepsi eskiden beri kurulmuş kültür merkezleri ile boy ölçüşmek isteyen yeni ulusların olgunluğa ulaşması batının ifade zenginliğini çoğaltma ve Avrupa’da 300 yıllık bir yaratıcı gerilimi ortaya çıkarmaya yönelmişti. Yüzyıllar boyunca gotik sanatın labirentleri içinde kaybolup gitmiş olan Avrupa için İtalyan Rönesans’ın ne kadar tedirgin edici bir deney olduğunu göz önüne alırsak ortaya çıkan bunalımın daha da kötü olmaması karşısında hayret etmemiz kaçınılmazdır. Ne var ki gotik üslup bütün olanaklarını tüketmişti ve İtalyan sanatının tüm Avrupa yüzeyindeki Doğurgan etkisi bu üslubun kurumuş dallarına taze bir öz suyun yürümesini sağlamıştı. Ülkeler art arda kendilerinde yenilenmiş bir yaratıcı güç bulmuşlardı ve kendi dehalarğını ifade edebilme konusunda kendilerine güven duymaya başlamışlardı.
İster sanat, ister sefihlik farz edilen şey, isterse de oyun söz konusu olsun, haz, yürürlükte olan entelektüel temsiller içinde bir imtiyaza, yani ikincil düzeyde rol oynayan bir vazgeçmeye mutlak olarak indirgenir. Yaşamın en değerli bölümü üretici toplumsal faaliyetin koşulu -kimi zaman acınacak koşulu- olarak verilmiştir.
15. yüzyıl başlarında, Floransalı büyük sanatçılar, Gotik ilkeleri bilinçli bir şekilde reddettiler ve klasik antik çağda geliştirilmiş mimarlık formlarına döndüler. Gotik Mimarlığın iç formunu hiçbir zaman anlamamış olduklarından kendileri için sadece bir kalıp olan bu üslubu bir yana atarken tedirginlik duymadılar. Mimarlık formları alanında Rönesans, gotik yapılara özgü karmaşık planları bir yana bıraktı ve roman sanatında bir çok örneği bulunan apaçık biçimde belirlenmiş hacimleri ve pürüzsüz yüzeylere dayanan sade kompozisyonları benimsedi. Bu dönemde egemen olan tasarım, bir ana kubbe çevresinde düzenlenmiş merkezli bir yapı planıydı ve bunun en güzel örneği de Brahman tenin Roma’daki San Petro Kilisesi’nin planıydı.
Reklam
Gerçek yaratıcı, kendisinin hiçbir şey yaratmadığını, varoluşun onun üzerinden çalışmış olduğunu bilir. Varoluş onu, ellerini, varlığını ele geçirmiş ve onun üzerinden bir şey yaratmıştır. O sadece bir araç olmuştur. Gerçek sanat budur. Sanatçının yok olduğu eserdir. O zaman ortada ego sorunu kalmaz. O zaman sanat bir din olur. O zaman sanatçı bir mistik olur. Sadece teknik olarak yetkin değil, varoluşsal olarak da özgün.
Mitos’tan kaynaklanan roman sanatı gerçek olanı arar ve ona yönelir. Yüzyıllardır süregelen İslam sanatı ise, eski uygarlıkların gerçek karşıtı eğilimini ve içgüdüsünü hiçbir zaman kaybetmemiştir. Bu içgüdü, olaylar arasındaki tüm nedensellik zincirinin tanrının elinde olduğu bir dünyanın gerçek varlığı diye bir şeyin olmadığını ileri süren bir felsefeye dayanır. Hiçlik fikrini ilk olarak Arap düşünürleri Akdeniz’de dile getirdiler. Varlıkların gerçek olmadığı fikri hem şairlerin hem de sanatçıların hayal güçlerini istedikleri gibi kullanmalarına olanak sağladı. Ortaya konan eserler sadece bir dış görünüş olan varlığın süslü işlemeleri olduğundan, masallardan ve öykülerden başka şey değillerdi. Bundan ötürü İslam sanatı, hiçliğin ağından örülmüş bir imgeler ve görüntüler fantazmagorisi ve bir serap‘tır.
"Saygıdeğer vatandaşlar!" diye seslendi doktor; şehir sakinlerine, politikacılara, bilim, sanat ve basın mensuplarına. "Saklambaç oynamayı ne zaman bırakacaksınız? Vatan ve halk sevgisi, kültür hizmeti konusunda nutuklar atıyorsunuz ama bu vatan, bu halk, bu kültür için ne yapıyorsunuz? Bazılarınız utanmadan, inanılmaz bir sinizmle bu 'sevgili vatanı' yağmalıyor, 'sevgili halkından' milyonlarca kron çalıyor. Diğerleri bürolarda, yazı işleri dairelerinde boş oturuyor, okullarda ve üniversitelerde gün dolduruyor, 'sevgili halkı' çürür, yozlaşır, kendini alkole vurur, öfkesini büyütür, nüfusunun temelleri yıkılırken."
Allah aşk'ı ferman ettiğinde, imkansız teslimiyet başını öne eğer.
Büyük düşünürümüz Topçu'nun önemli bir tespitini aktaralım: Topçu'ya göre her milleti yaşatan temel bir güç vardır. Mesela, İngilizleri iktisat, Almanları ordu, Fransızları kültür; bize gelince İslam ve ona teslimiyet. Nitekim tarih boyunca bu teslimiyetin olduğu dönemlerde milletimiz yücelmiş, nice imkanlara ulaşmış ve en önemlisi de büyük devletler kurabilmiştir. Ne zaman ki bu ittiba, bu samimiyet yok olur, inkırazımız başlar. Demek ki milleti bu temel değerden koparmak onu varlıktan, varoluştan koparmaktır.
Sayfa 15 - Söz: MevlanaKitabı okuyor
Reklam
Bize gereken güçlü, doğru sözlü, kesin ve hiçbir zaman anlaşılmayacak sanat yapıtlarıdır. Mantık bir karmaşadır. Mantık her zaman düzmecedir. Kavramların ve sözlerin yüzeysel akışını, aldatıcı sonuçlara, merkezlere çeker. Zincirleri öldürücüdür, bağımsızlığı boğan dev bir çokbacaklıdır.
İnsanlığın ilk çağlarında beri ortaya konan bütün ürünler, yani çok tanrıcılığını efsaneleri, Hristiyan öyküleri, antik çağın kalıntıları, barbar süslemeleri, Bizans, Sasani, Asur ve hatta hayvan şekillerine ilişkin Sümer ve Elam formları, taş işleme sanatının bu harikalarını ortaya çıkarmak için bir araya gelmiş ve kaynaşmış gibidir. Böylece batılı insan, 600 yıl sonra gerçekten yaratmaya başladığı zaman, eskileri hatırlamakla işe girişmişti; ama geçmişin derinliklerinde hatırladığı bütün formları, sanki bunlar birer sözcükmüş gibi düşünmüş ve bunlarla, çok akıcı ve etkili bir yeni dil yaratmıştı.
EFELYA ROMANI HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ... Film Yönetmeni Sinan Tabanlı yazdı... Genk / Belçika Arada su gibi içtiğim Kürk Mantolu Madonna'yı saymazsak eğer uzun zamandır Türk diliyle yazılmış bir roman okumamıştım, Mehmet Ağabey'in Efelya'sı elime geçene dek. Ortalık herhangi bir moral çerçevesi olmayan sığ, karanlık tarafçı bohem
“Surları, hükümdarı, medeniyeti, edebiyatı ve tiyatrosu olmayan bir şehir bulabiliriz, ancak, ibadethanesi olmayan ve sakinlerinin Tanrı’ya hizmet etmekle uğraşmadığı bir şehri insan hiçbir zaman görmemiştir.”(Yunan Tarihçi Plutarh). Neredeyse aynı tespiti H. Bergson da yapıyor: “Bilim, sanat ve felsefeden yoksun insan toplulukları olmuştur, hâlâ da vardır, fakat dini olmayan bir insan topluluğu henüz bulunmamıştır.”
Sayfa 50 - KetebeKitabı okudu
Sanatçı ve Eseri
Sanat eseri gerçekleşmeyebilir, maddi bir hâle bürünmeyebilir, bir temayül hâlinde kalabilir fakat hiçbir zaman bir seri üretime dönüştürülemez. En önemli şartlardan biri olarak, sanat eseri biricik vasfını muhafaza etmek zorundadır. Biricik nüshasının olmaması bile "eserin" varlığını şüpheli kılmaz, ancak eserin kopya nüshaları onun mevcudiyetini reddetmek anlamı taşır. Böylece bir paradoks ile karşı karşıya kalıyoruz: Sanat eseri, çoğaltılmak suretiyle yok edilir.
Sayfa 190
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.