(...)halbuki Yusuf birçok şeylerin niçin yapıldığını ve nasıl yapılabildiğini hâlâ anlayamıyor, bunları belki ömrünün sonuna kadar da anlayamayacağını müphem bir şekilde hissediyordu.
Zaten, bir felakete sükûn(sessizlik) ve itidalle(soğukkanlılıkla)tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça kalkıp inen göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür
"Siz her zaman nereye gittiğinizi biliyorsunuz ve siz nereye gitmek, ne yapmak istiyorsanız daima onu yapacaksınız. Çünkü yolunuzu kendiniz çiziyorsunuz, bu sizin seçiminiz."
O sırada gerçek aşkın ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sanırım bu herkesin başına er ya da geç geliyor ama daima birdenbire oluyor bu. Yani sandığınız gibi, "İşte aradığım kız bu... Bu kız benim olmalı..." diye düşünme fırsatınız olmuyor.
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu
sevmektir.