Ne zaman Irgatbaşı Ramazan öğle paydosu, su molası diye bağırırsa o zaman iş durur. Yemek yenilir, su içilebilirdi. Onun dışında iki büklüm çalıştığın bu çapa işinde, biraz doğrulayım desen, hatta biraz soluklanayım birkaç saniye dinleneyim desen. Ertesi günü Irgatbaşı seni işe çağırmazdı.
Tüney; İç Anadolu’da Ankara’nın küçük bir ilçesi olan Kalecik’in bir kasabası, o ilçeden Ankara’ya doğru giderken sol tarafınıza düşen Üç Tümülüs’e varmadan hemen yol kenarında derme çatma o altı baraka Antep tarafından göçüp gelen mevsimlik işçilerin konakladıkları evleri, barklarıydı. Öyle ki gece olunca esen rüzgâr onları üşütürdü. Onların barakalarına uzak olmayan iki köy vardı. Birisi Sepetli diğeri Ahlatlı köyüydü. Köylüler onları çalışmak için kabul ederler. Ama iş köyde bulunan sahipleri olmayan köy evlerinde konaklamalarına müsaade etmezlerdi. Her iki köyün arasında sürekli hayvan otlatma alanları olan Mera, tarla, bağlarını sulamak için sudan mutlaka kavgalar çıkardı.
Temmuz’un sıcağında toprağın o kurak haline bakmadan nasırlı ellerinde tuttukları çapayı toprağa vuruyorlardı. İkinci hasada çok az bir zaman kalmıştı. Tarlada ekili salatalıkların uzayıp giden uçlarında bir yandan çiçek açarken, daha önce açmış çiçeklerden büyümeye yüz tutmuş küçük yeşil salatalıkları ezmemek içinde gayret gösteriyorlardı.
Ucu bucağı görünmeyen tarlada her bir kişi biz çizgiyi almış. Her bir çizgide sıralı salatalıkların diplerini, narin yapraklarına ve yeni olan salatalıkları ezmeden ayrık denilen yabancı otlara çapa yapıyorlardı. Devek denilen bu salatalıkların her bir tanesi ahtapot misali sağa sola uzayıp gidiyordu.
Bu tarlada yaklaşık otuza yakın erkek, kadın demeden ırgatlar günlerdir çalışıyorlardı. Irgatbaşı daha doğrusu kasabada çok öncelerden defterinde tuttuğu isimler, ona yevmiyeli o ise bu işi götürü bedelle sahibinden çapa yaptırmak için alıyordu.
ArsineAli Bayram · Deva Yayıncılık · 2014234 okunma
"Başkent Ankara'nın Çinçin Mahallesi, işlenen tuhaf suçlarla bir efsanedir. O sabah Çinçin 'deki bir gecekondunun vişneçürüğü dış cephe boyası, diğer evlerin beyaz kireç renkli boyalarından çok farklıydı. Gecekondunun, sadece bir köşesinin duvarı ayakta kalmıştı. O köşe duvar, iki yana üç metrelik uzunluğuyla bu evin ayakta kalan son kalıntısıydı. Duvarın iç tarafında oturur vaziyette, sırtını duvara yaslamış, kimliği belirsiz bir erkek cesedinin bulunduğu, tüm polis telsizlerine düşmüştü. Bu son kalıntının, iç cephesindeki kirli beyaz badanası üstüne, cesedin akan kanıyla "Tanrı'nın Beğenmediği Kadın" yazısı yazılmıştı."
Temmuz ayının en sıcak gününde bir kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Onun doğum müjdesini babasına yetiştiren o yedi yaşında ki çocuğun ayaklarında olmayan ayakkabısı gibi bir yaşama yoksul doğmuştu.
Kader dediğimiz şey, basit bir hikâye miydi?
Yoksa bu hikâye kadar acı mıydı?