Eski Istanbul'un eski insanının bahâ biçilmez bir husûsiyeti de, yolu üstünde rast geldiği bir yabancıyı, bir dost bir aşinâ kabul ettiren selâmlaşmak âdeti idi. O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî bir muhabbet ve âşinâlık ile, karşıdan gelen, yanından geçen rastgele bir sîmâya cömert bir yakınlıkla bakar ve "selâmün aleyküm" derdi. Mîmârîsi ne basit, esâsı ve örgüsü ne sağlam bir köprü... Topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement...
Günlükten, bazı şeylere karşı zaman zaman duyduğu arzunun tümüyle keyfi olduğunu -örneğin selamlaşmak gibi- ve hiçbir durumda fazlasını kabul etmeyeceğini, çünkü söz konusu kişide en güzelin o olduğunu da öğreniyoruz.
Selam, barış ve esenlik demektir ve İslam kelimesinin köklerinden biridir. Selamlaşmak da insanların birbirlerine barış ve esenlik dilemelerini amaçlayan bir insanlık geleneğidir. Kur'an, bu insanlık geleneğinden söz eder ve bunu buyruklaştırırken "tahiyye" sözcüğünü kullanmaktadır. Tahiyye, sağlık ve esenlik dilemek demektir. Kur'an şöyle diyor: "Bir esenlik ve sağlık dileğiyle selamlandığınızda onun daha güzeliyle karşılık verin! (Nisa/86) Kur'an dininin adı ve Allah'ın adlarından biri Selam olduğu için, Müslümanlar selamlaşmalarında bu sözcüğü kullanmayı tercih ederler. Bu tercihte de önemli olan sadece "selam" sözcüğüdür bunun Arapça bir cümle ile (Selamün aleyküm) şeklinde ifade edilmesi şart değildir.