Aşkla kirlenmek çocuk ruhların çamurda top koşturmasına benzer. Koşarsın, koşarsın, düşer kalkarsın, her defasında vıcık vıcık çamura bulaşırsın, ne canın acır, ne yaralarını hissedersin, ne sırtındakı bayramlık elbisenin, ne yepyeni veya bütün kışı çıkarması beklenen ayakkabılarının berbat halini umursarsın. Ne zaman ki çalarsın evin kapısını, anne dikelir karşına, açmıştır cam gibi gözlerini, sırf göz olmuştur yüzü, daha şanssızsan yersin okkalısından tokadı suratının ortasına, o zaman farkına varırsın üzerine sıvaşanların. Birdenbire canın acımaya başlar. Top sahasının yıldızı, annenin tokadının altında sinek kadar kalır. İşte böyle bir şeydir. Aşkla doludızgın günleri eklerken birbiri ardına, yanına da kendinden bile beklemediğin hayaller, düşler eklemlemişken, kader dikeliverir karşına. Bir dakika... Ben kadere inanmam, hayat diyelim, evet, hayat dikeliverir karşına, kendini peri padişahının kızı zannederken çöplük faresine dönüverirsin. Üstelik seni öpüp düzeltecek prensin de sırra kadem basmışken ya da ölmüşken... Kurbağa prens miydi o hikaye? Amaan, neyse, ne. Unuttum. Kendi lağımının ortasında fare olarak yaşar gidersin. Nalân'a da farkında olmadan bunu mu anlatmak istemiştim? İş başa düşmeden her şeyin farkındaydım da ne oldu sonra?