Serhan Calba

Kırmızı İblis, en manidar maskesini takıp dudağının ucuna hain bir gülümseme yerleştiriyor ve şöyle diyor o vakit: “Sen seçilmiştin ve bunun gururunu ekmek kırığı gibi benim yoluma ufaladın. Bana yolu sen gösterdin ve ben sadece eşlik ettim. Benden değil kendinden korktun ama kibrin semaya kadar yol aldı, durmadın. Zerreyken Kaf Dağı’nda Anka oldun; ihtişamın aldı yürüdü. Sana idrak verildi ve sen beyninden vazgeçtin. ‘Alın’ dedin ‘öyle acılar çektim ki ya canımı alın ya aklımı.’ Şimdi surette insan ama idrakten yoksunsan sen de bana. Benim mukadderatımda ateşe yalım olmak var. Senin mukadderatın da ateşse, söyle benden ne farkın var?”
Reklam
İlk insan, ilk insan olmayı dilemiş midir yahut gurur duymuş mudur ilk olduğu için? Kendisine bir eş yaratıldığında ve dahi çoğaldıklarında, artık tek insan olmadığında ama ilk insan olma vasfını dünya ebedi uykuya geçene kadar devam ettireceğinin bilincindeyken “Neden ben?” diye sormuş mudur? Kuru balçıktan yaratılmış olmanın tevazuuyla iç ve dış sesini tüm isyanlara kapamış mıdır? Bir damla gözyaşı bile dökmemiş midir, hiç kibre düşmemiş midir? Hiç ölmeyi dilemiş midir? Hiç sevdiğinin gözlerine bakıp “Neden ben?” demiş midir? “Neden düştüm ben bu gayya çukuruna, evladım evladımı öldürecekse?” diyebilmiş midir?
Çünkü ben, ailesi tarafından oğlan doğmadığı için sevilmeyen bir kız çocuğuydum. Doğar doğmaz, dünyadan bir nefes alır almaz başladı engelli koşu. Babam hastaneye gelmemiş mesela. Annem lohusa haliyle kendi canının acısına mı yansın babamın beni istememesine mi? İkisine de ağlamış olmalı, öyle küçüktüm ki hatırlamıyorum. El kadar bebenin istenmediği bir dünyaya geldim ve benden istenen Hint fakiri gibi razı olmam, müteşekkir olmam. İyi de kime, neye? Hissiz insanlar gördüm, öyle hissizdiler ki onları gördükçe bu amigdala denen hedenin varlığını sorgular oldum.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Özünde insanoğlu, bu 170.000 yıllık evrim sürecinde oldukça az enerjiyle yaşamını sürdürebilecek bir vücut yapısı kazandı. Ne var ki, bu birkaç on yılda Amerika ve Japonya gibi dünyanın gelişmiş ülkelerinde doyana dek yeme işi yaygınlaştı. Fakat insan vücudu tokluğa karşı uyum sağlayacak şekilde yaratılmamıştır. Biz insanoğlunun bedeni daima çevreye en uyumlu olacak şekilde evrimleşmiştir. Fakat bunun için on binlerce yıllık bir zaman gerekir. 170.000 yıllık bir zaman sonunda elde ettiğimiz genler değişen çevreye bir anda uyum sağlayamaz. Tarih boyunca bir kez bile olmayan “doygunluk” dönemine insan vücudunun nasıl uyum sağlayacağı oldukça karmaşık bir konudur.
Karanlık bir gün, sanırım iki gün sonra, gittiğimiz cenazesinde, hatırlamak istediği şeyin ne olduğunu düşünmüştüm hep. Hâlâ da düşünürüm: Hafızamızın, biz yaşlandıkça fazla yük taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği yükler midir, en ağırları mı, yoksa en kolay düşenler mi?
Reklam
Genel olarak insan, öyle bir durum içerisindedir ki bir dereceye kadar kendi üzerine düşünme kabiliyetine sahiptir, fakat aynı ölçüde de bilinçle donatılmış başka hayvan türleriyle kendini karşılaştırma olasılığı olmayan bir hayvandır. Samanyolu’ndaki küçücük bir zerre olan gezegende sürgün olan bir hayvandır. Bu nedenle kendini bilmez, kozmik olarak yalnızdır. Kesin olarak sadece maymun olmadığını, kuş olmadığını, balık olmadığını ya da ağaç olmadığını ifade edebilir. Fakat kesinkes ne olduğu belirsiz kalır.”
İnsan bireyleşme sürecini tamamladığında bilinç ve bilinçdışı barış içinde yaşamayı ve birbirini tamamlamayı öğrendiğinde bütünleşmiş, sakin, verimli ve mutlu olur yani kendi felsefe taşını bulduğunda... “Hakikat binlerce dilde konuşsa da aslında birdir. Göremememizin nedeni kendi anlayışsızlığımızdır.”
Mandalalarda sıklıkla kullanılan kare ve daire sembolizmi simyada da karşımıza çıkar. Simyada daireyi kare yapmak üzerine bir problem üzerine eğilinir. Antikçağın en eski problemi bize şu soruyu sorar: Yalnızca bir pergel ve cetvel kullanılarak bir daire ile aynı alana sahip bir kare elde edilebilir mi? Burada amaç yine benzerdir, kaotik birliği dört unsura bölmek ve sonrasında daha yüksek bilinçte bir araya getirmek. Böylelikle zihni ve ruhu damıtmak. Leonardo da Vinci’nin ünlü Vitruvian Man çizimi de bu iddiayı resmeder. Daire doğal olandır, kare ise insan tarafından yapılandır. İnsan daireyi kendi özünde kareler.
Geleceğe giden hazır bir yol yok. Yolumuza devam ederek yollar yapıyoruz.”
Bugünün insanı eski çağlarda yaşayan insanın yapabildiği içgüdü-bilinçli zihin bütünleşmesini sağlayamamaktadır. Çünkü modern insanın “ileri” bilinci içgüdülerinin katkılarını bilinçdışıyla bağdaştıran araçlardan mahrum etmektedir. Bugünün insanı kendini yalnız hisseder, çünkü artık doğayla bağ kurmamaktadır. Taşları, bitkileri izlemiyor, akan suları dinlemiyor, duymuyor ve onlarla konuşmuyoruz. Dahası onların konuştuğunun da farkında değiliz. Kopan bu bağın sonucunda duygusal enerjimizi de kaybetmiş bir hale geliyoruz. Bugünün derdi bu, ruhumuzun kaybolması. İşin acıklı tarafı da onu olmayan yerlerde aramamız. Konfüçyüs bu bu meseleyi harika bir şekilde özetlemiş gibi, şöyle der: “En zor şey, karanlık bir odada bir kara kediyi bulmaktır, özellikle odada kedi yoksa.”
Reklam
“Belki de bilinçdışınızın söylemek istediği şey o kadar can sıkıcı ki dinlememeyi tercih ediyorsunuz. İnsanlar bazı şeyleri kabul edebilselerdi muhtemelen daha az nevrotik olurlardı. Ancak genel olarak bu şeyler uygunsuz ya da can sıkıcı şeylerdir. Bu yüzden her zaman belli bir miktar bastırma vardır ama asıl olay bu değildir. Asıl olay onların gerçekten bilinçsiz olmasıdır. Bilinçli olması gereken belirli şeyler hakkında bilinçsizseniz o zaman siz ayrışıksınız demektir. O zaman siz sağ eli sol elinin ne yaptığını bilmeyen bir insana dönüşürsünüz. Entelektüel insan için sorun budur.”
Bugünün modern insanı eskinin ilkel insanından daha çaresiz ve yalnızdır. İlkel insan gözle görülmeyen ruhlardan ve hayaletlerden korkarken dahi bir uzlaşının peşinde olmuştur ama bugünün insanı anksiyete ve bağımlılığının pençesine düşmüş, rasyonel aklı onu bölünmenin eşiğine getirmiştir. İlkel insanın da şeytanları olmuştur ama bugün gelişmiş uygarlığın bizlere yüklediği korkular çok daha tehlikeli boyutlardadır. Üstelik bugün bizler şeytanlarımızı kovalamak için tamtam bile çalamıyoruz.
“İnsan bilinci kırılgandır...” der Jung. “Parçalanmaya eğilimlidir.” İnsan, bu parçalanmanın önüne geçmek için “zihni yalıtma” yoluna gider. Zihinsel yalıtma taktiği ile kendimiz için sadece gerekeni gereken yerden alırız ve dikkatimizi dağıtacak, huzurumuzu bozacak diğer tüm şeyleri kapının arkasında bırakırız. Çoğumuz, farkında bile olmadan, günlük rutinlerimize ustaca uydurarak yaparız bunu. Örneğin şu an bu satırları okurken sokaktan gelen araba sesini, buzdolabının gürültüsünü ya da yan komşunun sesini kısarsınız. Bunların hepsi ilgi alanının dışına itilir. Bu bilinçli bir bölünme halidir. Jung’a göre bu durumun kontrolümüz dışında kendiliğinden gerçekleşmesi bambaşka bir bölünmeye, patolojik nevroza yol açar. Yine onun tarifiyle: “Nevroz kendi anlamına ulaşamamış bir ruhun acı çekmesidir.”
Hep bir yola çıkıyoruz, planlar, programlar yapıyoruz. Evdeki hesap çarşıya uymadığında başkalarına kızıyoruz, bazen kapıları kapatıyor, kendimizi hapsediyoruz, önümüzdeki duvarı hissediyor ama bir türlü onu yıkamıyoruz. Bazen olanlara kötü talih deyip geçiyoruz. Kendi trajik hikâyemizi tekrarlamak zorunda kalıyoruz. “Nereye gittiğimiz önemlidir ancak aynı derecede önemli olan bir diğer şey de nereye kimin gittiğidir.” Yola çıkarken fark etmiyoruz bile, kimdir yanımıza aldığımız?
Masaru Emoto, Japon bir sanatçı. “Su damlalarına hayat veren fotoğrafçı” olarak biliniyor. Senelerdir farklı ülkelerden su kristallerini alıp dijital ortamda görüntülüyor. Sonra bunları karşılaştırıyor. Su kristallerine müzik dinletiyor mesela. Bach dinleyen bir damla ile heavy metal dinleyen damlanın enerjileri farklı oluyor. Ama daha ilginci, bazı su kristallerine sevgi dolu sözler dinletiyor; bazılarına da hakaret ve küfür içerikli laflar. İkinci gruptakilerin fotoğrafları çekildiğinde ekrana yansıyan enerji karman çorman, soğuk ve itici bir keşmekeş. Sevgi gören damlalar ise ahenkli ve dengeli bir bütün olarak beliriyor, ışıklı bir o kadar. Diyor ki sanatçı, şayet küfür bir su damlasına bu kadar zarar veriyorsa, yüzde 70’i su olan insana neler yaptığını düşünün. Yahut yüzde 70’i su olan dünyaya... Bilimsel araştırmalar benzer bulgular ortaya koyuyor. Küfreden veya küfür dinleyen insanlarda fiziksel-kimyasal değişimler yaşandığı biliniyor. Ellerde terleme, yüzde yeni çizgiler, katlanarak artan bir anksiyete ve gerginlik. Negatif bir enerji bulutu.
Resim