Tanıdık yüzlerin olmadığı bir şehirde, küçük evimde sabahlarken yalnızlığıma şükrederdim. Ne güzel pencereydi o öyle, dağlara bakardı, umut olurdu geceye. Boş sokak, arada sarhoşların kavgası, köpeklerin havlaması, o sokak lambasında öpüşen sevgililer, hepsi de kendilerine sandı hatırası… Kızardım, ayağımı yere vurmakla bitiremezdim ya bizim komşuların arabeske sevdası bile ne iyiymiş. Üzülürdüm ya üç beş arkadaş kırılırdı; kapıları kapatırdım işte, pencerelerde az daha kalayım diye. Sonra kendime sual ederdim, insan bu kadar yalnız kalmalı mı? Sorularımın aksine, cevaplarım hep yarım ve az. Bu da senin sevdan derdim kendime, sigaradan bir derin çekerken. Şimdi yıllar sonra, aynı soruya başka cevaplar buldum zihnimde. Meğer yalnız kaldığı, insanın içiymiş. Kalabalığından yorulduğum bu şehirde, tanıdık yüzleri görmek, duymak sesleri, selamlamak herkesi dahilmiş. Sarılmak sevgiliye, dizimde çocukların başını okşamak, dostun kahvesini buyur etmek, derdini dinlemek mutsuzun, rastlamak eski arkadaşlara ve kendini büyüttüğünü sandığın bu mahallede dahilmiş o yalnızlığıma. O pencere, gecenin sabahı yakaladığı saatler yalnızlığım değilmiş; hiç anlamamışım. Şarkılar,şiirler, kitaplar, boş kağıtlar, kalemler imiş benim çoğul yanım.Şimdi anladım; insan nerde olsa, kime gitse bitmezmiş yalnızlığı. Kabul ettim bende, yalnızlık benim içimdeymiş.