Eşiyle şiddetli ?! geçimsizlik yaşayan arkadaşıma eşinin attığı mesaj: Seninle ettiğim kavgayı başkalarıyla attığım kahkahaya değişmem. Nasıl da toksikliğe mahkum ediyorsun kadını.
O konuşadursun,aklıma çok hoş bir anı geldi.En güzel ,en ateşli sevişmemizi boşandıktan sonra yaşadığımızı hatırladım.Henüz 1 yıl olmamıştı evleneli ama ikimiz de özgür kalmak istiyorduk ,evlilik hayatı karabasan gibi boğuyordu ikimizide .Bu yüzden mahkemede iki tarafın avukatı da “şiddetli geçimsizlik “gerekçesiyle ,anlaşarak ayrılmak istediğimizi söyledi.Karı-koca olarak girdiğimiz adliye binasından ,iki bekar -iki dul olarak çıktığımızda ılık bir bahar güneşi ısıtıyordu ortalığı.....sonra ne oldu bilmiyorum lokantadan çıkıp ona bıraktığım eve gittik ,eşyalarımı almış olduğum ve artık görmeyeceğim bu evde ,kendimizi sabırsızlıkla yatağa attık,daha önce hiç yaşamadığımız bir tutkuyla arzuyla birbirimizin gövdesinden alınacak hazzın en yüksek noktalarına yükseldik,uçtuk ,dağ doruklarına tırmandık ,o doruklardan kendimizi boşluğa fırlattık,deniz diplerine dalıp çıktık,gökkuşağının altından geçtik ..
Saygı falan duymadığım dangalakça yaklaşım. Bekaret erkek gözünde sadece ve sadece bir ego tatmin aracıdır, erkekler tarafından uydurulmuştur ve toplumsal olarak zorla kabul ettirilmiştir. Nice güzel ilişkiler bu yaklaşım yüzünden bitiyor. Kimse zaten hemen hadi evlenelim deyince evlenemiyor ki doğru bir şey de değil. Üç ay çıkıp evlenmek ve
Bekâretin yitirilmesi, masumiyet, safiyet, iyilik ve lekesizlik gibi çok değer verilen niteliklerle dokunur. Hıristiyan inancı bâkireliğe dini bir anlam kazandırmaktadır. Meryem’in bâkireliği onun en önemli özelliğidir; Cebrail’in getirdiği haber, özel ve kutsal görevinin ona bildirilmesi, dini sanatın en önemli temalarından birini oluşturur. Meryem’in bâkireliği o kadar görkemli bir olaydı ki, Ortaçağ’da Meryem’in de bâkire bir anneden doğduğu inancı giderek yaygınlaşmıştı.
Henüz bir yıl olmamıştı evleneli ama ikimiz de özgür kalmak istiyorduk, evlilik hayatı bir karabasan gibi boğuyordu ikimizi de. Bu yüzden mahkemede iki tarafin avukatı da "şiddetli geçimsizlik" gerekçesiyle, anlaşarak ayrılmak istediğimizi söyledi. Hâkim bir iki babacan nasihatten sonra bizi ayırdığında bir mayıs gününün öğle saatleriydi. Karı-koca olarak girdiğimiz adliye binasından, iki bekâr -iki dul-
olarak çıktığımızda, ılık bir bahar güneşi ısıtıyordu ortalığı
Ayten Uzun ilk eseri olmasına rağmen bence gayet başarılı bir iş çıkarmış.
Tepedeki Pelit Ağacı'na ilk başladığımda olayın sadece aile içi şiddetli geçimsizlik sonucu evi terk eden annenin sonrasında geride kalan üç kardeşin dramını konu ediniyor sandım.. Ama yanıldım konunun bambaşka yerlere gitmesi ve okudukça içine hapsetmesi çok hoşuma gitti. Baş
Aile yuvası bireysel sorumluluk dışında farklı sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. Evlilikle birlikte eşler iyi ve kötü günlerinde birbirlerinin yanında olmak zorundadırlar. Çünkü evliliğe adım atmak bir bütün olmak demektir. Hastalıkta, sağlıkta, sevinçte ve hüzünde eşler birbirinin yanında olmalıdırlar. Hayatı paylaşmalıdırlar. Paylaşmanın sağlıklı olabilmesi için ilk iş, eşlerin birbirini doğru tanımalarıdır. Eşler, birbirlerinin kişilik özelliklerini, yeteneklerini, güçlü ve zayıf yanlarını öğrenmeli ve başta birbirlerini olduğu gibi kabul etmelidirler. Daha önce yerleşmiş yanlış tavırların zorlama, baskı ile değiştirilmesi zordur. Anlayış ve sabır ile tavırlarda güzelleşme sağlanabilir. Günümüzde faydacı bakış açısıyla yetişmiş gönül zenginliğini kazanamamış bireyler, aile ortamında kolayca gergin, tahammülsüz, geçimsiz bir eşe dönüşebilmektedir. Bu kişilerin kurduğu aileler, kısa sürede geçimsizlik girdabı içine düşebilmekte ve şiddetli geçimsizlik nedeniyle kolayca boşanma yoluna gidebilmektedirler. Oysa aile yuvası paylaşma, özveri, sevgi ile huzur ve mutluluğu sürekli kılabilir.
"Şiddetli geçimsizlik dedikleri şey, gökyüzünde durmadan çakan şiddetli şimşekler kadar ürkütücü müydü? Evimizin ortasına düşen yıldırımın yankıları içimde yıllardır sürüyor ve kimse ne geçmişle ne bugünle ilgili fikrimi soruyor."
Not: 2. fotoğraf Şakir Paşa ailesidir.
Cevat Şakir'in Oxford'a okumaya gidip disiplin sorunları nedeniyle, İstanbul'a dönmesi babasıyla yaşadığı çatışmayı had safhaya ulaştırmıştı. Bu yüzden Cevat, hem babasından uzaklaşmak hem de sevdiği işi yapmak arzusuyla Roma'ya gitmiş ve Güzel Sanatlar Akademisi'ne kaydolmuştu.
Bu
Aşk-ı Memnu , yirminci yüzyıl başında İstanbul'da , Batılı yaşam tarzını benimsemiş bir toplum katında geçen gönül macerasını konu edinir. Halit Ziya Uşaklıgil , kahramanları yaratırken gözlemlerinden yararlanmıştır. Romanı yazdığı sıralarda İstanbul'un çeşitli semtlerinde , özellikle Boğaziçi'nde Melih Bey takımını andıran
“Savaş , Ölüm , Hayalkırıklığı, Umutsuzluk, Şiddetli Geçimsizlik , Hakkaniyetsizlik , Bencillik , Saygızlık , Sevgi yoksunluğu “ bütün bunlar ön plandayken yeni yıla beklentiye giripte nasıl kutlama gereksinimde bulunuyor bu zavallı İNSANCIKLAR ..!
“Boşluk” ilk satırından son satırlarına kadar tek kelimeyle “hakikat” romanı.
İlk defa Ahmed Günbay Yıldız Romanı okudum.
Karakterler,duygu yoğunluğu ,olay örgüsü sebebiyle fazlasıyla akıcı bir roman.
Bir solukta okuyacağınız fakat etkisinden uzun süre kurtulamayacağınız bir eser.
Günümüz gençliğine tavsiye edebileceğim en güzel kitap diye
Yaptığımız her şeyin yalnızlık korkusundan yapıldığı doğru mu? Hayatımızın sonunda pişmanlık duyacağımız her şeyden vazgeçmemiz bu yüzden mi? Düşündüklerimizi bu kadar nadiren söylememizin nedeni bu mu? Yoksa niye bütün o şiddetli geçimsizlik çekilen evliliklere, yalancı arkadaşlıklara, can sıkıcı doğum günü yemeklerine tutunup kalıyoruz ki? Bütün bunlardan vazgeçseydik, sinsice gelişen şantaja bir son verseydik ve kendimize tutunsaydık ne olurdu? Bastırılmış arzularımızın ve onların tutsaklaştırılmasına duyduğumuz öfkenin bir fıskiye gibi fışkırmasına izin verseydik? Çünkü korkulan yalnızlığın temelinde ne vardır aslında? Söylenmeyen sitemlerin sessizliği mi? Evlilik yalanlarının ve dostane yarı-gerçeklerin mayın tarlasından soluğunu tutarak görünmeden geçmek için duyulan zorunluluğun olmaması mı? Yemek yerken karşımızda kimsenin oturmaması özgürlüğü mü? Yaylım ateşi gibi süren buluşmalar kesildiğinde önümüzde açılan zamanın bolluğu mu? Bunlar harika şeyler değil mi? Cennetsi bir durum. Öyleyse neden korkuyoruz bunlardan? Nesnesini düşünmediğimiz için var olan bir korku mu duyuyoruz sonunda? Düşüncesiz ana babalar, öğretmenler ve papazlar tarafından kafamıza sokulmuş bir korku? Özgürlüğümüzün ne kadar büyüdüğünü görselerdi başkalarının bize imrenmeyeceklerinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?