“...şimdi yaşasaydı yirmi beşinde olacaktı ama ölmüş olduğuna göre artık daima yirmi üç yaşında olacak, bu onun yazgısının değişmez kavisi, sıfırdan yirmi üçe, anne babasının daha uzun yaşam kavislerinin içlerinden geçip onları aşmak yerine, aralarında sıkışıp kalmış küçük bir eğri.”
•••
Ağır Ölüm, kitapçıda gezerken yeni çıkanlar bölümüne bakarken gözüme ilk çarpan kitaplardan biriydi. Okumaya başladığımda kitaba dair belli bir beklentim yoktu ve sadece heyecanla okumak istiyordum. Fakat beklentilerimin çok üstünde bir okuma yapmış oldum, adeta bir dizi izler gibi hiç durmadan okudum kitabı ki bu uzun süredir yaptığım bir şey değildi, genelde kitapları yavaş yavaş okumayı tercih ederim. Ancak Ağır Ölüm’ü okurken elimden bırakmak istemedim ve bir bölüm daha diye diye kitabı bitirdim. Kitabı bu kadar övdüğüme göre konusundan da bahsedeyim; birbirinden farklı hayatlarıyla, küllenmiş ilişkileriyle, tazeleyici umutlarıyla ve orta yaş buhranlarıyla geçmişten süregelen arkadaşlıklarıyla 12 kişinin buluştuğu bir Şükran günü yemeğini anlatıyor kitap. Ve sarkastik biçimde bu Şükran yemeğinde buluşan arkadaşların kaderleriyle ilgili son sözü söyleyen bir Tanrı da var bu yemekte. Nancy Huston bu eşsiz karakterleriyle gündelikmiş gibi görünen sohbetlerin ardına gizlenen sırları ve derin yaraları ince ince işleyip okuyucunun gözlemleme yeteneğine bırakmış. Aynı zamanda dile getirilemeyen korkuları dile getirme görevini de Tanrı’ya bırakmış. Kısacası yazar, Ağır Ölüm’de çağımızın trajedilerini “Son Akşam Yemeği” tablosu alegorisiyle bir insanlık komedisi biçiminde eşsiz bir şekilde anlatmış.