Onu ister bir yol olarak görsün ister büyük bir savaş, büyüyen bir ağaç ya da dalgalı bir deniz; bir insanı, hayatı nasıl gördüğünden daha iyi tanıtan çok az şey vardır.
Yalnızlıktan nefret etmekle birlikte yakınlıktan da korkarım ben. Hayatımın özü, kendi kendimle yürüttüğüm özel bir konuşmadır ki bunu bir diyaloğa çevirmek kendi kendimi mahvetmekle eş anlamlı olur.
Dave bir keresinde bana, "Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır" demişti, öyleyse ben de belki Anna'ya aşıktım.
Tüm bu sefahat ve her şeye göz yummanın sonucu olarak Rüya Ülkesi halkının dengesi bozuldu. Bilinen ruh ve sinir hastalıkları -kore hastalığı, epilepsi, isteri- artık topluca görülmeye başlamıştı. Neredeyse herkesin bir tiki ya da takıntısı vardı. Agorafobi, halüsinasyon, melankoli ve katalepsi vakalarındaki artış korkutucu boyutlardaydı; fakat insanlar gürültülü yaşamlarına umarsızca devam ediyorlardı. İntiharlar artıp korkunçlaştıkça hayatta kalanlar da vahşileşiyordu. Hanlarda müthiş kanlı bıçak dövüşleri oluyordu. Artık uyuyamıyordum, kafeden gelen ses yatak odamı dolduruyor ve beni bütün gece uyanık tutuyordu. Tüm çekinmeler bir yana konmuştu, insanlar akla gelen her şeyi yapıyordu.
Çocuk sahibi olma fikrine pek de sıcak bakılmıyor, çocukların verdikleri zahmetin çok fazla olduğu düşünülüyordu. Genel düşünce çok masraflı oldukları yönündeydi, büyüyene kadar çok masraf çıkarıyorlar, hemen hiçbir şeyi geri ödemiyorlar, ödediklerine lütuf gözüyle bakıyorlar, onları dünyaya getiren ebeveynlerine müteşekkir olmuyorlar, hatta tam tersine, büyük çoğunluğu, kendilerine verilen yaşam hediyesini istekleri dışında zorla verilmiş bir yükümlülük olarak görüyorlardı.