"Başkalarına kara çalmak dünyanın en kolay işi. Kaşının üstünde gözün var dersin olur biter.Kendimizi yıkmalıydık ki, ortalıkta 'ben', 'ben' ve sadece 'ben' diye gezilenenler afallasın. İşin kötüsü bu hastalık gençlere de bulaştı. Bakıyorum da adı bende kalsın filan hanımefendinin kitabı çıkmadan önce hakkında bir yazı çıkıyor. Yahu daha kitap matbaada çıkmamış ! Ve ne hikmetse bu yazılar hep övgü dolu oluyor.. Şöyle güzel kurgu, böyle usta işi. Sizin anlayacağınız edebiyatımızda -benzetmeyi mazur görün-, plase yazılardan geçilmiyor. İyi güzel de şıracının bozacıya şahitlik etmesinde siz soylu bir yan görüyor musunuz? Sonra bir bakıyorsunuz o ayki bütün kitap eklerinde, muhafaza cenahındakiler de dahil buna, aynı yazarla yapılmış söyleşiler. Demiyorlar ki bu ülkede tonla roman yazılıyor, bir dolu öykü, deneme,inceleme. Acaba başkalarının hakkını gasp mı ediyorum. Bir iki ekte görünmeseniz de aynı cümlelerinizle, başka neler çıkmış, başkaları kendi kitapları için ne demek ister, bir öğrensek. Yazar egosu denen şey edebiyatın önüne geçti. Deniliyor ki batıda da böyle. Amerika'da adamı başını kaldırsa elektrikli sandalye oturtuyorlar. bizde mi böyle yapalım. İyi şeyleri al, kötü şeyleri dışarıda bırak. Tanzimat züppeliği bir illettir ki bizde kökü kesilemedi bir türlü"
Söyleşi
Son Ada ’nın anlatıcısı, adını kendisinin koyduğu bu yeri “son sığınak, son insani köşe” olarak niteliyor. Anlattığı, nerdeyse bir ütopya: “Herkes elinden geldiği kadarını, içinden geldiği kadarını yapıyordu.” Ancak bu durum uzun sürmüyor; ütopya olarak başlayan roman tam bir distopyaya dönüşüyor. Ada’yı Dünya’ya genişletirsek, bu durum
Doğan Kitap
Reklam
Atsız Hakkında
Hiçbir imla hatası yapmadan dilin bütün özellik ve sihirli güzelliklerini kullanmasını bilerek çok açık net ve hatta bazı hallerde, bazı tartışmalarında polemiklerinde diyelim, atlıyı atından indirecek kadar keskin ifadelerle hakaret etmeden, küfür ve avamdan galat ifadeler kullanmadan şimşek gibi yazılar yazardı. İbnülemin Mahmut Kemal İnal Bey
Tasavvuf hiç kuşkusuz bir din ilmidir; en azmdan hicri ikinci asrın sonlarında yaygınlaşan hareket başta çok istekli olmadığı halde daha sonra birtakım iç ve dış nedenlerle din bilimi haline gelmek zorunda kalmıştı. ’Zorunda kalmıştır' dedik, çünkü ilk başta tasavvuf bu hususta pek gönüllü değildi. Zaten ortalıkta gereğinden fazla ’bilgi' vardı ve bilim adamlan çoktu. Burada yapılması gereken şey, yeni bir bilim ihdas etmek ve alimlerin sayısını çoğaltmak değil, bilgi anlayışını değiştirmek olmahydı. Sufiler de tam olarak bunu yapmak istedi: bilgi anlayışını değiştirmek ve ’alim' tipini baştaki ilk tarife döndürmek istediler. Bu nedenle tasavvuf kendisini bir 'öze dönüş' hareketi olarak gördü. Bu nedenle ’arzulu değildi' dedik; fakat çeşitli nedenlerle böyle zorunluluk ortaya çıktı. Özellikle Haris b. Esed el-Muhasibi, Cüneyd-i Bağdadi ve bu gelenekten doğrudan ve dolaylı etkilenmiş isimler öncülüğünde 'sünni tasavvuf’ anlayışı ortaya çıktı. Sünni tasavvuf anlayışı tasavvufu bir din bilimi haline getirmek iddiasıyla gelişmişti. Çağımızda tasavvuftan söz ederken önce şu noktayı akılda tutmak gerekir: hakkında konuştuğumuz şey bir din bilimidir! ’Din bilimi’ ne demektir? ’Din bilimi’ her şeyden önce bilgi kaynağının naslar olması demektir. Bir şeyin 'din bilimi' sayılabilmesinin olmazsa olmazı budur; bilginin nastan ’istinbat’ edilmesi şarttır. Kur’an ve Sünnet’e dayalı olmayan bir din biliminden söz edemeyiz.
ibnu'l-Arabî’nin felsefe anlayışı insan ve varlık görüşünün bir yansımasıdır. İbnu’l-Arabî insanın samimiyetine inanır. İnsanın hakikat arayışının başarısız kalamayacağını söyler. İnsan hakikati ararken pasif bir şeyi aradığını düşünür. Ancak hakikat Hakk ise iş değişir: Bize kendini bildirmek isteyen bizzat Hakk'tır. İlk hatırlamamız gereken bu. Yani biz, bilinmek isteyen bir Allah’ı arıyoruz. Kendini göstermek ve tanıtmak isteyen Allah anlayışına inanmak bizim eşyaya bakışımızı değiştirir. Her insan hakikat hakkında eksik de olsa bir bilgi elde eder. Çünkü Allah herkese şahdamarından daha yakındır. İnsanın Allah’a inanıp inanmaması bunu değiştirmez. Bunu hiç unutmamak lazım. Bu çok Önemli bir düşüncedir. Benim kanaatime göre İslam’ın evrensellik düşüncesinin bir yansımasıdır bu tavır. İbnu’l-Arabî aklın yetersizliğini bize anlatır. Akıl en önemli bilgi imkânımız olsa bile, vahiy ile ikmâl edilmeden bizi tatmin edemez. Bu nokta genellikle yanlış anlaşılır ve sufilerin akıl karşıtlığını savundukları düşünülür. Kesinlikle böyle bir şey söz konusu değildir. Tasavvuf için herhangi bir şekilde akıl karşıtlığı ifadesini kullanmak doğru değildir. Doğru tabir aklın yetersizliğini savunmaktır. Zaten felsefe de bunu kabul eder.
Albert Einstein dine gönülden bağlı olduğunu söylemişti, ama dindarlığı da kendisi gibi sıradışıydı. Din ile bilim arasındaki ilişki hakkında yazdığı çeşitli makalelerinde alışılmadık dini görüşlerini açıklıkla ifade etmişti. Ayrıca Tanrı, ibadet ve din hakkındaki fikirlerini merak eden birkaç hayranına ve arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda da dini inançlarını tartışan Einstein’ın kendine özgü ve bazen renkli cevapları çoğu zaman bağlamından koparılarak alıntılanır. Tanrı’ya sıkça yaptığı göndermelerde beyanatları bazen bu ya da şu dini görüş lehine yanlış yorumlanır. Ne var ki Einstein neye inandığı ve Tanrısı’nın kim olduğu konusunda gayet açık ve güçlü duygulara sahipti.
Reklam
İnsan ruhu hakkında Marstan daha az şey biliyoruz.
Hepimiz bir tanrıya dua ederiz, ama olan şeyin adı yoktur. Bir yaz sabahı boğulan çocuk, ne bilir tanrılar hakkında? Dua etmek ne işine yarar?
Mevlana’ya sorarsak,hayattaki tek ızdırabımız aslında kendi kimliğimiz hakkında bilgisizliğimiz.Asli vatanımızı unutmuşuz,bütün ızdırabın kaynağı bu.
Freud’un “Ezeli Eros”u seksologlar ve mekanik porno tarafından budandı ve seks oyuncakları ile “oral seks” hakkında yapılan konuşmalarla basitleştirildi.
78 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.