Bir gün Fuat Sezgin hocası ve İstanbul'da Şarkiyat Enstitüsü'nde beraber çalıştıkları Hellmut Ritter'i ziyaret ettiğinde Ritter: "Fuat günde kaç saat çalışıyorsun?" diye sormuş. O da 10-12 saat çalıştığı halde biraz fazla göstermek için 16 saat demiş. Ritter: "Olmaz Fuat, bir ilim adamı günde 24 saat çalışmalı" demiş.
Burada Ritter'in kastettiği bir ilim adamının zihninin çalıştığı konuya 24 saat konsantre olmasıdır. Ancak bu konsantrasyon sonucunda bir şeyler bulabilir, bir şeyler keşfedebilirsiniz.¹
**
¹ Mehmet Genç ağabey bu anekdotla ilgili şu yorumu yapıyor:
"24 saat çalışılır mı? Mübalağa gibi geliyor ama ben şahsen tecrübe ettim. Gerçekten 24 saat ayırırsanız ilimde size kapılarını aralayabilir. Nasıl olacak; yemeyecek, içmeyecek, uyumayacak mıyız? Bunların hepsini yapacaksınız ama uğraştığınız problem devamlı kafanızda olacak. Hatta uyurken rüyanızda göreceksiniz. Hatta çok kere problemle uyur insan, sabah çözmüş olarak kalkabilir. Beynin nasıl çalıştığı hakkında malumatımız yok. Yeni yeni öğreniyoruz. Diğer organlar gibi beyin de kendi işini görüyor."
Önce düşünceler vardır, ardından da "düşünceleri düşünme
aygıtı". Bion'un söylediklerine şunu ekleyeceğim: Düşüncelerden
düşünmeye, yani benin oluşumuna geçiş, yazarın çok iyi saptadığı
gibi, hem annenin bebekle bağlantısında gerçekleştirdiği içeren-içerik ilişkisine, hem de belirleyici olduğunu düşündüğüm, dış uyarılmalar karşısındaki içerme ilişkisine ikili bir yaslanma yoluyla gerçekleşir; bu içerme ilişkisi deneyimini çocuğa -kuşkusuz öncelikle annesi tarafından uyarılan- kendi derisi taşır). Nitekim dokunsal olan, aynı anda hem bir "dış" algı hem de bir "iç" algı sağlar.
Freud şu olguya anıştırmada bulunur: Derime değen nesneyi hissederim ve aynı zamanda nesne tarafından dokunulan derimi de hissederim. Zaten dokunsal olanın bu çiftkutupluluğu çok hızlı bir biçimde -bu bilinir ve gözlemlenir- çocuk için etkin bir araştırmanın nesnesi haline gelir: Parmağıyla istemli olarak bedeninin bölümlerine dokunur, başparmağını ya da büyük ayak parmağını ağzına götürür ve böylece nesne ve öznenin tamamlayıcı konumlarını eşzamanlı olarak deneyler. Dokunsal duyumlara içkin olan bu ikileşmenin, dokunsal deneyime yaslanmaya yönelen bilinçli benin dönüşlü ikileşmesini hazırladığı düşünülebilir.
BARIŞ
Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
Yaşamımız önümüzde buzlu suyla dolu şu bardak gibi olacak, öylesine soğuk olduğu, sıtmanın ateşi onu öylesine susattığı için dudağına çok tatlı gelen bu bardağı itemeyen, içmek isteyen, beklemesi gerektiğini bile bile bir dikişte içiveren bir sıtmalının ellerinde tuttuğu şu ıslak bardak gibi olacak.
Cezaevinin bugün yaklaşık doksan yaşlarında olan eski kapıcısı avlunun kuzey köşesindeki dördüncü sıranın sonuna zincirlenen bu bahtsızı çok iyi hatırlıyordu. Diğerleri gibi yere oturmuştu. Neden orada olduğunu anlamış gibi görünmüyor, sadece ürkütücü bir durumla karşı karşıya olduğunu hissediyordu. Yoksul ve her şeyden habersiz bir adamın düşünceleri arasından, olağandışı bir şeyler olacağı düşüncesinin geçtiği seçilebiliyordu. Kafasının arkasındaki halkasının çivisine sert çekiç darbeleri indirilirken ağlıyor, sel gibi akan gözyaşları konuşmasını engelliyor, sadece ara sıra ağzından şu sözcükler dökülüyordu: Faverolles'de ağaç budayıcısıydım. Ardından, hıçkırıklara boğularak kaldırdığı sağ elini sanki boyları farklı olan yedi çocuğun başına değdirirmiş gibi kademeli olarak aşağı indiriyor ve bu hareketinden ne suç işlediyse bunu yedi küçük çocuğu beslemek ve giydirmek için yaptığı tahmin ediliyordu.
Yine de şey... yüzün hiç şair yüzü değil Vanya... İşittiğime göre, şair yüzü solgun, saçları şöyle olurmuş. Gözlerinde de bir şey varmış. Mesela şu Goethe gibi şairler...