Bazen hapishane amirlerini şaşkınlığa düşüren şöyle olaylar meydana gelir: Birkaç yıl gayet uslu oturan, hatta diğerlerine örnek gösterilen, hal ve hareketleri yüzünden onbaşılığa seçilen mahpus, durup dururken şeytan dürtmüş gibi kafayı çekip ortalığı kasıp kavurur, amirlerine zehirli bir dille saygısızlık eder, belki de bir cinayet işleyiverir ya da tecavüze kalkışır. Bütün amirler şaşkınlık içindedirler tabii. Oysa tüm bunlar, ezilmiş, sindirilmiş bir insanın küçük görülmeye, şerefsizliğe karşı duyduğu nefretin dışavurumundan, acılar içindeki bir ruhun başkaldırısından başka bir şey değildir; hatta böyle bir insandan beklenebileceklerin en azıdır. Diri olarak gömülen, mezarda kendine gelince tabutun kapağını yumruklar, kurtulmaya çalışır; oysa biraz düşünebilse, bütün çabalarının boşa gideceğini kolayca anlar. Gel gelelim o durumda kimin kafası işleyebilir ki; bir çılgınlık anıdır bu. Burada bir noktaya daha dokunalım: Mahpusun benliğini korumak için gösterdiği her çaba suç sayılır; bu da ona mubah görülmüyorsa işlediği suçun ağır ya da hafif olmasının ne önemi olabilir? Eğleniyorsa, çılgıncasına eğlenir; bir kötülüğe niyetliyse, bunu çekinmeden cinayete kadar vardırır. Bir kere başladıktan sonra, artık tam anlamıyla kendini kapıp koyuvermiştir, onu tutmak imkânsızdır! En iyisi, işin bu aşamaya gelmemesini sağlamaktır. Her şeyi sakince halletmek gerekir.
Ama bunu nasıl başarmalı?
Suçun cesaret değil korkaklıktan kaynaklandığı gerçeği genel bir yaygınlık kazansa, sanıyorum suç işleyenlerin kendilerini haklı göstermek için başvurdukları en önemli neden ortadan kalkar,
şunu yapın deyin, yapayım! ne isterseniz yaparım. en olmayacak şeyleri bile yaparım. siz neye inanıyorsanız, ben de ona inanırım. her şeyi, her şeyi yaparım!
Cinayetin neden suç kabul edildiğini anlıyorum. Ama neden başlı başına kötülük sayıldığını anlamakta zorlanıyorum. İnsanlar, dünya üzerindeki canlı veya cansız sayısız miktarda varlıktan yalnızca biri. Eğer bir varlığın iyiliği için bir diğerinin yok olması gerekiyorsa, öyle olmalı.
“İlluminati”, aslında aynı amacı günümüzde sürdürmekte olan bireylere ve gizli örgütlere yakıştırılmış bir addır. Gerçekte, örgütün varlığı 18. yüzyıldan çok eskiye dayanır. Yahudi münafıkların Kabala’yı icat etmesiyle, M.Ö. 6. yüzyılda Babil’de başlamıştır. Ancak kendi kaynaklarına göre İlluminati, bir zamanların kayıp kıtası Atlantis’te yaşamış
Bir kimsenin oldukça yüklü bir parası çalınsa, eğer çalınan para bir zengine aitse vicdanımız başka, fakire aitse başka etkileşim altında kalır. Suç aynı olduğu halde vicdanımız daha çok fakirden yana sızlar. Yok eğer bu para umuma ait bir kasadan alınmışsa vicdanımızda. ayıplama dışında, hiçbir etki bırakmaz. Çünkü, umumi sandık ya da devlet hâzinesinin soyulmasının karşısında bizi acımaya sevkedecek somut bir obje yoktur. Fakat eğer çalınan para
yetimlere, yoksullara ait bir sandıktan çalınmışsa, paranın miktarına göre vicdanımız ayaklanır. Çalınan paranın miktarı, hırsızın niteliğine göre bu kin ve nefret sınır tanımaz bir şiddet ve hiddete dönüşür. Schopenhauer’a göre böyle bir insan zalimliğin, vicdansızlığın, utanmazlığın mutlak bir simgesi ve insan türünün en büyük ayıbı sayılır.