Bir gün, ünlü kent Cecilia'nın sokaklarında, boyunlarına çıngıraklar bağlı sürüsünü duvar diplerinden güden bir keçi çobanına rastladım.
"Ey göklerin sevgili kulu," diyerek durdu ve sordu, "bu kentin adını söyler misin bana?"
"Tanrılar korusun seni!" diye bağırdım. "Ünlüler ünlüsü Cecilia kentini nasıl olur da tanımazsın?"
"Bağışla beni," diye cevap verdi, "sürekli göç eden bir çobanım ben. Ben ve keçilerim kentlerden geçeriz bazen; ama fark edemeyiz onları. Otlakların adını sor bana, hepsini bilirim. Kaya Çayırlığı, Yeşil Yamaç, Gölgeli Çayır. Kentlerin adı yok benim için: kent dediğin, yol sapağında keçilerin ürküp dağıldığı, bir otlağı diğerinden ayıran yerler sadece benim gözümde. Ben ve köpek koşar, onları bir araya toplarız hemen."
"Senin aksine," dedim, "ben de sadece kentleri tanırım, kentlerin dışındaki her yer aynıdır. İnsan eli değmemiş yerlerde her taş ve her çimen, her çimen ve her taştan farksızdır benim gözümde."