Bizim mahalle sokaklarında yerlerde hiçbir yazılı kağıt parçası görülmezdi. Nereden gelmişse gelmiş, ister bir rüzgar uçurmuş olsun, sokağa düşen her yazılı kağıt parçasını gören büyük küçük herkes, onu hemen yerden kaldırırdı. Bir saçak arasına, bir duvar kovuğuna sokuştururdu. Ayak altından kurtarırırdı. Çünkü üzerinde harfler, yazılar taşıyan bir kağıt parçası kutsal bir şeydi.
Sayfa 27 - Remzi kitapeviKitabı okuyor
Bu tecrübeyi dünyada ancak bu toprak kaldırabilirdi. Bu tecrübe, yalnız burada yaşayan insanların ruh yapısına uygundu: Her şeyi bir anda feda edebilmek. Bir anda yapmak. Sonra gene bir anda yıkabilmek.... Rus ruhu, bir aşırılıklar âlemiydi: Rus ihtilâli ise, tarihin en büyük aşırılığıydı..
Sayfa 198 - Remzi Kitabevi
Reklam
Aydemir
"Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur, Sinem, özüm ateş ile doludur, İnsan olan vatanının kuludur. "
Sayfa 117 - REMZİ KİTAPEVİ
Ergenekon Ergenekon; bir kurtuluş efsanesidir. Bu efsanede Bozkurt, bu kurtuluşun yolunu gösterir. Demirci Börtecene, kurtuluşun yolunu açar. Ve ergenekon denilen bilinmez, ama etrafı sarp dağlarla çevrili geçit vermez ülkede, yüzyıllardan beri bunalan kavim, demircinin açtığı yoldan, seller gibi taşarak azatlığa kavuşur. Balkan bozgunundan sonra bu efsane, bize de, tam zamanında ulaştı. Ama ortada, ne bir Bozkurt, ne de Börtecene vardı...
Anlaşılamayan, sırrı çözülemeyen bir sıra olaylar hızla birbirini kovalamaya başladılar. Girit, Tuna eyaletleri, Bosna-Hersek geri alınamadıkça başka, kimse daha ne olduğunu anlamaya vakit kalmadan, Osmanlı Afrika’sı (Trablusgarp-Bingazi) ile Ege adaları da elden çıktı (1911). İtalya, Libya ile bizim Akdeniz adalarına oturdu.
23 temmuz 1908’de hürriyetin yahut meşrutiyetin ilânı, memlekette galiba daha ziyade biz çocukların anlayabileceğimiz bir şeydi. Bu ihtilâli anlayışta halkın kavrayışı da, galiba biz çocukların kavrayışlarından ileri geçmiyordu. Sokak gösterilerine herkes, yaşı ne olursa olsun bir çocuk heyecanıyle karışıyordu.
Reklam
İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya. İsyanları bunlar kışkırtır ve isyanları bunlar silahlandırır denilirdi.
Sınıfların duvarlarına asılan haritalarda, bu büyük imparatorluğun toprakları, toz pembe bir renkte gösterilirdi. Bu topraklar bana dünya kadar geniş görünüyordu. Ama onları gene de dar buluyordum. Afrika'nın ortasındaki Büyük Sahraya kadar Trablus-Bingazi (Libya), sonra Habeşistan’a kadar Mısır, Sudan bu toprakların içinde görünüyordu. Hatta Tunus beyliği bile pembe bir çizgi ile sınırlandırılmıştı ki, bu rengin manası bir nevi himayeydi. Sonra Hint denizine kadar Yemen ve bütün Arabistan kıtası bizimdi. Irak, Suriye, Sina ve nihayet İran ve Rus sınırlarına kadar Anadolu bu topraklara dahildi. Girit’ten, Kıbrıs’tan Ege adalarından başka, bütün Trakyalar, bütün Rumeli vilâyetleri devletimizindi. Hatta Balkanlarda Bulgaristan’ın yarısı da bu himaye çizgisi içinde bizim sayılırdı. Makedonya’nın ve Arnavutluk’un Ötesinde Bosna-Hersek kıtası da pembe renge boyanarak, imparatorluğun sınırı Sava’ya, Dalmaçya’ya kadar uzatılırdı. ..
Sınıflar ilerledikçe, görüş ufuklarım da genişliyordu. Üç kıtanın birleştiği yerde, dünyanın kilit noktalarını elinde tutan büyük bir devletimiz vardı. Bu devlet, Osmanlı devletiydi. Yani bizim devletimizdi.
Zaman ayini de, tekkedeki devran gibi baş döndürerek geçiyordu.
Reklam
İnsan kalbi onun, bir Allah evi değil, bir kul yapısı olduğu için üstüne titrer.
İbadet ve dua, bu mahallenin manevî hayatının günlük ve diğer bir cephesiydi.
Beni dinleyen bütün benim yaşımda çocuklardan başka türlü olduğuma ve yolumun, onların yollarından başka türlü olacağına inandığım olurdu.